
Yangın Yeri
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Türkiye, son günlerde adeta bir yangın yerine dönmüş gibi. Hem doğal afetlerin hem de siyasi çalkantıların gölgesinde zorlu bir süreçten geçiyor. Ormanlarımız alev alev yanıyor, CHP’li belediyelere yönelik operasyonlar siyasi arenayı ısıtıyor, Pençe-Kilit Harekâtı’nda kaybettiğimiz kahraman askerlerimiz yüreklerimizi dağlıyor. Bu üç farklı olay, birbirinden bağımsız gibi görünse de toplumsal ve siyasi ahlakın sorgulanmasını zorunlu kılıyor. Toplumun genelinde hüzün, öfke ve çaresizlik hali hâkim. Ortalık yangın yeri, ama bu yangın sadece doğayı değil, vicdanları ve umutları da tehdit ediyor.
İzmir’den Antalya’ya, yemyeşil ormanlarımız cayır cayır yanıyor. Bu yangınlar, sadece ağaçları değil, bir ekosistemi, binlerce canlının yuvasını, geleceğimizi yok ediyor. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre, 2025’te sadece temmuz başında yüzlerce hektar orman kül oldu. İklim değişikliği, ihmalkârlık ya da sabotaj iddiaları…
Sebep ne olursa olsun, yangınların ardında bıraktığı manzara, toplumsal ahlakımızın da bir aynası. Gençler, köylüler, itfaiyeciler canla başla mücadele ederken, sosyal medyada yayılan iddialar ve suçlamalar, yangını söndürmek yerine fitili ateşliyor. Sabotaj söylentileri, özellikle “Ateşin Çocukları İnisiyatifi”nin yangınları üstlendiği iddialarıyla alevleniyor, ancak resmi makamlar bu konuda somut delil sunmuş değil. Yangınlar, sadece doğayı değil, dayanışma ruhumuzu da sınayan bir felaket. Peki, biz bu sınavdan geçebiliyor muyuz? Komşusunun evi yanarken “oh olsun” diyenler, ahlaki bir yangının içinde değil mi?
Yangınların %40’ının “nedeni bilinmeyen” sebeplerle çıkması, insan faktörünün ve toplumsal yabancılaşmanın bu felaketlerdeki rolünü açıkça ortaya koyuyor. İnsanların doğaya saygısızlık göstermesi, yalnızca çevreye değil, aynı zamanda ortak yaşam bilincine de zarar veriyor. Örneğin, bir kriminal tipin sosyal medyada kundaklama videosu paylaşması, ahlaki çöküşün ve bireysel bencilliğin bir yansıması değil mi?
Dünyada da orman yangınları, toplumsal ve ahlaki sorunlarla sık sık bağlantılıdır. 2019-2020 Avustralya yangınları, iklim değişikliği ve hükümetlerin yetersiz önlemleri nedeniyle milyonlarca hektar ormanın ve sayısız hayvanın kaybına yol açtı. Bu felaket, Avustralya toplumunda hükümetin çevre politikalarına karşı büyük bir öfkeye neden oldu ve geniş çaplı protestolar düzenlendi. Benzer şekilde, 2020 Kaliforniya yangınları hem doğal hem de insan kaynaklı faktörlerle büyümüş, toplumsal dayanışma ve çevre bilinci üzerine yeniden düşünülmesine yol açmıştır. Türkiye’deki yangınlar da tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, merkezi ve yerel yönetimlerin koordinasyon eksikliğini ve toplumsal bilinçlenme ihtiyacını ortaya koyuyor.
Aynı günlerde, CHP’li belediyelere yönelik rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları, siyasi arenayı bir başka yangın yerine çevirdi. Manavgat Belediyesi’nde başkan ve yardımcısı dahil 35 kişinin gözaltına alınması ile başlayan, daha sonra Antalya, Adıyaman ve Adana belediyeleriyle devam eden operasyonlar. Toplumda zaten kırılgan olan güven duygusunu bir kez daha yaraladı. Bu operasyonlar, hukukun gereği mi, yoksa siyasi bir hesaplaşma mı?
Soru, vicdanlarda yankılanıyor. CHP’li isimler, bu soruşturmaları “siyasi linç” olarak niteliyor, kamuoyu şeffaflık ve adalet beklemekle birlikte tarafgir operasyonlara karşı temkinli. Toplumsal ahlak, sadece yolsuzluk iddialarını değil, bu iddiaların nasıl ele alındığını da sorguluyor. Eğer bu operasyonlar hukuki değil de siyasi bir araçsa, yangın sadece belediyelerde değil, demokrasinin temelinde de tutuşuyor demektir. Öte yandan, eğer iddialar doğruysa, bu ahlaki çöküşün sorumluları kim olursa olsun hesap vermeli. Yangın yerine dönen siyasette, adaletin soğuk suyuna her zamankinden çok ihtiyacımız var.
Siyasi muhalefete yönelik operasyonlar, dünya genelinde otoriter rejimlerin sıkça kullandığı bir yöntemdir. Örneğin, 2013’te Brezilya’da yolsuzluk karşıtı protestolar sırasında, muhalif belediye başkanlarına yönelik soruşturmalar, hükümetin muhalefeti susturma girişimi olarak görülmüştü. Benzer şekilde, 2020’de Polonya’da muhalif belediye başkanlarına yönelik mali soruşturmalar, Avrupa Birliği tarafından “hukukun üstünlüğüne aykırı” olarak eleştirildi. Türkiye’deki operasyonlar da, eğer siyasi saiklerle yapılıyorsa, uluslararası toplumda benzer eleştirilere yol açabilir.
Ve şehitlerimiz,
Kuzey Irak’ın sarp dağlarında, vatanın onuru için şehit düşen bir teğmenimizin naaşını ararken, metan gazının görünmez, kokusuz, amansız kollarına teslim olan on iki kahraman… Onlar, milletimizin göğsüne saplanan bir hançer gibi, sessizce ama derin bir acıyla veda ettiler. Pençe-Kilit Harekâtı’nın zorlu yollarında, daha önce şehit düşen ama bulamadıkları teğmen Nuri Melih Bozkurt’un naaşını bulmak için girdikleri o karanlık mağarada, hayatlarını feda ettiler.
Siyaset, bazen soğuk bir satranç tahtasıdır; hamleler, stratejiler, kazanımlar ve kayıplar üzerine kurulur. Ancak bu kayıplar, bir satranç taşının devrilmesi değil, bir milletin yüreğinin dağlanmasıdır. On iki Mehmetçik, bir operasyonun parçası olarak değil, bir idealin temsilcileri olarak o mağaraya girdiler. Onların mağaraya girişi sadece bir görev değil, bir kardeşlik yeminiydi.
Metan gazı, doğanın sessiz katili… İklim değişikliği tartışmalarında sıkça adı geçen bu gaz, bu kez bir facianın adı oldu. Ne yazık ki, geçen hafta kabul edilen iklim kanunu, bu doğal tehlikeyi öngöremedi; endüstriyel salınımların ötesinde, doğanın kendi içindeki bu sinsi düşmanı hesaba katmadı. Siyaset, bu acının gölgesinde bir kez daha sınanıyor: Askerlerimizin koruyucu ekipmanlarla donatılması, bu tür faciaların önlenmesi için ne kadar öncelikliydi? Bu sorular, sadece bir kaybın değil, bir sistemin muhasebesini yapma zamanının geldiğini fısıldıyor.
Peki, bu kayıpların sorumluluğunu kim üstlenecek? Kamuoyunun “Meclis bilgilendirilsin” çağrısı, hükümetin “terörü kaynağında kurutma” söylemiyle karşılanırken, toplumun acısı ortak bir yasla birleşemiyor. Siyasi ahlak, burada da devreye giriyor: Şehitlerimizin hatırası, siyasi çekişmelerin gölgesinde kalmamalı. Onların fedakârlığı, birlik olmamız için bir çağrı değil mi? Ama biz, bu çağrıyı duymak yerine, birbirimizi suçlamanın yangınına odun atmıyor muyuz?
Bu üç olay, sadece haber bültenlerinin soğuk satırları değil; bir milletin hüzün dizeleri. Orman yangınları, doğanın gözyaşları; belediye operasyonları, güvenin çöküşü; şehitlerimiz, vatanın kanayan yarası. Her birinde, toplumsal ve siyasi ahlakın erozyonuyla yüzleşiyoruz. Hüzün, sadece kaybettiğimiz canlarda değil, kaybettiğimiz değerlerde de saklı. Adalet, dayanışma, doğruluk gibi erdemler, yangın yerinde küle dönüyor. Ama bu hüzün, aynı zamanda bir uyanışın da habercisi olabilir. Belki de bu yangın, içimizdeki vicdanı yeniden alevlendirecek bir kıvılcım taşır.
Ortalık yangın yeri, evet. Ama bu yangını söndürmek, sadece itfaiyecilerin, savcıların ya da askerlerin değil, hepimizin görevi. Toplumsal ahlak, birbirimize güvenerek, suçlamadan önce anlamaya çalışarak yeniden inşa edilebilir. Siyasi ahlak, şeffaflık ve adaletle yeşerebilir. Hüzün, yerini umuda bırakabilir. Yeter ki, elimizdeki su bidonunu birbirimize fırlatmak yerine, yangını söndürmek için kullanalım. Çünkü bu vatan, bu ormanlar, bu insanlar, küllerinden doğmayı hak ediyor.
“Ölüm, bir ipek kumaş gibi yumuşak” olsa da, geride kalanların yüreği yangın yeridir.
Başımız sağ olsun. Bu acının içinde, birleşip daha güçlü bir gelecek inşa etmek, şehitlerimize verebileceğimiz en büyük hediyedir. Allah’tan rahmet, yaralılarımıza şifa, milletimize sabır diliyorum.
Kaynak : https://www.turkishpost.net/vahap-aktas-yazdi-i-yangin-yeri/#