DOGMATİK DÜŞÜNCENİN ESİRLERİ
9 mins read

DOGMATİK DÜŞÜNCENİN ESİRLERİ

Dr. Arif YILMAZOĞLU

Dogmatik düşünce, belirli inanç veya görüşlerin sorgulanmadan kabul edilmesi ve bu inançların mutlak doğru kabul edilerek başka fikirlerin reddedilmesidir. Dogmatik düşünce, sabit inançlar ve ön kabuller etrafında döner ve farklı bakış açılarını reddeder. Bu tür düşünce tarzları, insanları sorgulama ve eleştirel düşünme yetilerinden uzaklaştırarak, toplumsal ilerlemenin önünde büyük bir engel oluşturur. Türkiye’de, geçmişten günümüze bu tür düşünce biçimlerinin derin izleri görülebilmektedir.


Dogmatik düşüncenin kendisi ve bu düşünce yapısına sahip birey ve gruplar, ülkemizde birçok haksızlığın ve hukuksuzluğun yeşermesine, dal budak salmasına neden olmuştur. Öyle ki eleştirel düşünceden yoksun ve bu sığ bakış açısı her zaman bu topraklarda bir “öteki ya da ötekiler” oluşmasına neden olmuştur. Dogmatik düşüncenin esiri olan insanların “öteki” olarak kabul ettiği kitlelerin başına mallarına mülklerine çökülmesi, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını hatta tamamen ellerinden alınmasını, sürgün edilmesi, çocuklarının ellerinden alınması, hapislerde çürütülmesi ve hatta öldürülmesi gibi korkunç vahşetler ve hak ihlalleri gelmiştir.


Cumhuriyetin ilanı ile birlikte tam demokratik ve özgürlükçü bir zemin yakalama potansiyeli mümkün iken Atatürk ve kurucusu olduğu parti en başta kendisine cephede destek veren ve omuz omuza mücadele eden silah arkadaşlarını tasfiye etmekle işe koyulmuş. Öyle ki Atatürk’e en büyük desteği veren silah arkadaşı Kazım Karabekir’den tutun da Kurtuluş Savaşı sırasında onbaşı unvanı alan, cephede bizatihi savaşan kadın yazar Halide Edib Adıvar’a kadar birçok insan o tasfiyelerden ve antidemokratik uygulamalardan kendi paylarına düşeni fazlasıyla almıştır. Siyasi partilerin kapatılmasına izin veren Takrir-i Sükun Kanunu ile birçok muhalif siyasi parti kapatılmış ve parti liderlerinin bir kısmı sürgüne gönderilmiş (Fethi Okyar vb.) bir kısmı ise ülkedeki baskı ve korku ikliminden dolayı yurtdışına gitmek zorunda kalmış (Halide Edib Adıvar, Adnan Adıvar vb.) Yaşanan antidemokratik uygulamalar sadece siyasi partileri değil edebiyat ve sanat dünyasında da kendini hissettirmiş, birçok dergi, gazete ve basın kuruluşu kapatılmış ve yöneticiler ve yazarlar yargılanmış. Bu korku ve baskı ikliminden milli şairimiz olan Mehmet Akif Ersoy dahi nasibini almış ve Mısıra gitmek zorunda kalmış. Yaklaşık 13.000 insanın öldürüldüğü ve 11.000 insanın sürgün edildiği Dersim Soykırımı, Anayasa madde 163 gerekçe gösterilerek dindar insanlara ve gruplara uygulanan baskılar, zorlamalar ve dahası ve dahası… Tüm bu hukuksuzluklar ve haksızlıklar tek bir kişiye ya da ideolojiye mutlak bağlılığın ve kendi ideolojisini “mutlak doğru” kabul etmenin ürünleri değil mi ! Dogmatik düşüncenin esiri olmanın getirdiği acılarını toplum olarak hep birlikte yaşamadık mı ve yaşamıyor muyuz ! Geçmişin tüm bu yanlışlarını ancak eleştirel düşünceden yoksun, dogmatik düşüncenin kölesi olmuş insanlar savunabilir !


Zaman kendi çizgisinde akıp gitmekte iken ancak ifrat ve tefrit uçurumunda yer bulabilen düşünceler ülkemizde başka kötülüklerin hortlamasına sebebiyet vermiş ve yeni “ötekilerin” oluşmasını sağlamıştır ve eleştirel düşünceden yoksun yığınları peşinden sürüklemiştir. 6-7 Eylül 1955 olayları ile Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı linç girişimi başlatılmış, evleri, işyerleri, araçları yağmalanmış ve ibadet mekanlarına saldırılar yapılmıştır. Azınlıklara ait dükkanların camları yerle bir edilmiş, içerdeki malları ve eşyaları “ganimet” adı altında yağmalanmış, kilise ve havralar ateşe verilmiş, tüm kutsal değerler tahrip edilmiştir. Bir zamanlar “demokrasi” talebinde bulunanlar gücü ele geçirince basın ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasından muhalif siyasi partileri kapatmaya kadar birçok hukuk dışı uygulamaları hayata geçirmekten çekinmemiştir. Ardından gelen 1960 darbesi ve Başbakan Adnan Menderes’in idamı… Bireyler ve aktörler değişse de dogmatik düşünce bu topraklarda hep sabit kadem olmuş, kötülük kendi fikir, ideoloji, meşrep ve mezhebinden geliyorsa “KÖTÜLÜK” olarak adlandırılmamış. Hatta “yaşasın benim kötülerim !” sesleri birer utanç olarak kulaklarımızı sağır etmiştir !


Zalim ile mağdurun nöbetleşe mağdur/zalim oldukları bu topraklar acı üstüne acı, kan üstüne kan koymada maalesef pek mahir olmuştur. Sağ sol olayları insanımızı birbirinden ayırmış, “ya bendensin ya ondan” anlayışı ile gencecik fidanlar toprağa verilmiş, hapishaneler işkencenin üssü haline dönüşmüş… “Bir sağdan bir soldan asıyoruz !” diyerek güya adil davrandığını ifade eden çürümüş zihniyet, toplumda derin acılara ve kan ve gözyaşına neden olmuştur. Özellikle Doğu’da faili meçhuller baş göstermeye başlamış, kaçırılan insanların sayısından ciddi artışlar gözlenmeye başlanmış ve asit kuyuları ve beyaz Toroslar… Kendi anadillerinde kendilerini ifade etmeleri bile bu insanlara çok görülmüş ! Kendi celladına âşık olma sözü, bir darbecinin %91 ile halk tarafından seçilmesi ile yaşanmış…


Düşüncedeki tefrit uçurumu bu topraklarda var olmaya devam etmiş… “Kürtlerin hakkını savunacağım” adı altında silahlı ve terör eylemlerine girişilmiş ve on binlerce insanımız bu süreçte öldürülmüş. Tefrit bataklığına saplanan beyinler ölmeyi ve öldürmeyi meşru bir yol olarak kabul etmiş, özgürlük savaşçısı adı altında taze ve genç beyinler iğfal edilmiştir. Kendilerine çağdaş, ilerici diyen bir yobaz kesim dindar kesimin inançlarını özgürce yaşamasına engel olmuş ve bu insanların kamuda kendi inanç kimliğiyle var olmalarından rahatsız olmuştur. Dindar/mütedeyyin bu insanlar başörtülerinden dolayı üniversite kapılarından geri çevrilmiş, birçok devlet kurumuna başörtüsüyle girememiş, kimileri de fişlemeler sonucu kamudan ihraç edilmştir. Bir fikrin körü körüne mutlak savunucu olan yığınlar, başkalarının celladı olmuşlar…


Tarih yaprakları birbirini izlemiş ve dün mağdur diye yazdığı insanları, bugün iktidar diye not düşmüş. “Başörtüme dokundurtmam” diyerek inançlara ve fikirlere saygı gösterilmesi gerektiğini savunarak iktidara gelen bugünün yozlaşmış iktidarı, kendisine muhalif başörtülü/başörtüsüz kadınların en mahrem yerlerine elini atacak kadar Mariana çukurundan daha derin bir çukura dönüşmüş, kendisine muhalif kadınlar ve erkekler çıplak aramalara maruz kalınca bunu inkâr edecek kadar ahlak ve adalet merdivenlerinden baş aşağı yuvarlanmıştır. ‘Demokrasi bir tramvaydır. Menzile varınca inilir’ diyen zihniyet gücü ele geçirince Anayasa’yı çiğnemiş, basın ve yayın organlarını ya kendine bağlamış ya susturmuş, AİHM kararlarını yok saymaktan geri durmamış, seçimle kazanamadığını kayyım hilesiyle almaya çalışmaktan geri durmamış ve düşünce ve fikir özgürlüğünün ırzına geçilmiş ve dahası ve dahası… Tüm bu hukuksuzluklar ve antidemokratik gelişmeler yaşanırken eleştirel düşünceden uzak, dogmatik düşüncenin esiri olmuş kitlelerinin de desteğinin arkasına alarak, tıpkı bundan önceki dönemlerde dogmatik düşüncenin esiri olmuş kitleler gibi…


Atatürkçülük, milliyetçilik ve din siyasi partilerin, politikacıların tezgahındaki en önemli mal olmuştur. Bir satıcı hangi malı satabileceğini anlarsa tezgahına onu koyar ! Böylece kitlelerin hassasiyeti esas alınarak kimisi Atatürkçülük, kimisi milliyetçilik ve kimisi de din satmış olup ülkemizde bu kavramlar altında işlenen hukuksuzluklar ve haksızlıklar yine bu kavramların kendisi ile meşru hale getirilmeye çalışılmıştır. Tabii bu durumun oluşmasında hiçbir şeyi sorgulamayan yığınların katkısını da en baş köşeye koymak gerekir diye düşünüyorum.


Eğer toplum olarak kişileri ve ideolojileri birer tabu yapıp ve kendi ellerimizle yaptıklarımıza daha sonra tapmaya devam edersek korkarım ki bu topraklarda 100 yıldır çekilen acılar ve hukuksuzluklar evlatlarımıza ve onların evlatlarına kötü bir miras olarak kalacaktır.


Eleştirel düşünce yapısına sahip olmayan birey ve toplumlar gelişemez. Dogmatik anlayışın esiri olmaktan kurtulmanın zamanı gelmedi mi ne dersiniz !

Bir yanıt yazın