Platonik Demokrasi mi? 
12 mins read

Platonik Demokrasi mi? 

Doç. Dr. Vahap AKTAŞ

Türkiye’nin modern tarihinde, 31 Mart Vakası’ndan (1909) başlayarak Babıali Baskını’na (1913) ve Cumhuriyet dönemi askeri darbelerine uzanan süreç, demokrasi ve insan hakları açısından derin izler bırakmıştır. Bu olaylar, siyasi istikrarsızlık, güç mücadeleleri ve otoriter eğilimlerin gölgesinde, halkın iradesini ve temel hakları sıkça hiçe sayan müdahaleler olarak tarihe kazınmıştır.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909), II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası Osmanlı’da ortaya çıkan “gerici” bir ayaklanma olarak tanımlanır. İttihat ve Terakki’ye karşı dinî söylemlerle örgütlenen bu isyan, aslında modernleşme ve seküler reformlara karşı bir dirençti. Ayaklanma, Hareket Ordusu tarafından bastırıldı, ancak süreçte basın özgürlüğü kısıtlandı, muhalifler susturuldu ve II. Abdülhamid tahttan indirildi.

İnsan hakları açısından, bu olayda toplumsal kutuplaşma ve siyasi şiddetin ilk örnekleri görüldü. Demokrasi adına atılan adımlar, otoriter bir yönetim tarzıyla gölgelendi. İttihatçıların otoriterleşmesi, sonraki yıllarda demokratik kurumların zayıflamasına zemin hazırladı.

Yakın tarihimizde iktidar hırsı ve hukukun ayaklar altına alınıp çiğnendiği bir diğer olay da 23 Ocak 1913’te gerçekleşen Babıali Baskını.

İttihat ve Terakki’nin silahlı bir darbeyle hükümeti devirmesi ve siyasi rakiplerini tasfiye etmesiydi. Sadrazam Kâmil Paşa’nın istifaya zorlanması ve Nazım Paşa’nın öldürülmesi, hukukun üstünlüğünün açıkça ihlal edildiği bir dönüm noktası oldu. Bu baskın, demokrasinin temel ilkesi olan halk iradesine dayalı yönetim yerine, silahlı güçle iktidar gaspını meşrulaştırdı. İnsan hakları bağlamında, muhaliflere yönelik baskılar, sansür ve siyasi cinayetler, özgürlüklerin ciddi şekilde zedelendiğini gösteriyor.

Babıali Baskını, Osmanlı’nın son dönemlerinde demokratik umutların nasıl kırılgan olduğunu ve güç mücadelesinin insan haklarını nasıl gölgelediğini ortaya koyuyor.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, demokrasi ve insan hakları idealleri, yeni bir devlet düzeninin temel taşları olarak sunuldu. Ancak, 1960, 1971, 1980, 1997 ve 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi gibi olaylar, askeri müdahalelerin demokrasiyi kesintiye uğrattığını gösteriyor.

Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi, askeri darbeler ve darbe girişimleriyle şekillenmiş, demokrasi ve insan hakları açısından derin izler bırakan bir dizi olayla doludur. 27 Mayıs 1960’tan 15 Temmuz 2016’ya kadar uzanan bu süreç, halk iradesinin kesintiye uğradığı, temel hak ve özgürlüklerin sıkça ihlal edildiği bir tablo sunar.

1950’de Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesi, çok partili demokrasiye geçişte önemli bir adımdı. Ancak, 1950’lerin sonlarına doğru DP’nin otoriterleştiği iddiaları, basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, muhalefete baskılar ve ekonomik sorunlar, toplumsal gerilimi artırdı. Ordu içindeki bir grup subay, “demokrasiyi koruma” gerekçesiyle harekete geçti.

27 Mayıs 1960’ta, Albay Alparslan Türkeş’in radyodan okuduğu bildiriyle darbe ilan edildi. Hükümet devrildi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere DP’li yöneticiler tutuklandı. Milli Birlik Komitesi (MBK) yönetimi ele aldı.

Yassıada’da kurulan özel mahkemelerde yargılanan DP yöneticileri ağır cezalara çarptırıldı; Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi.

Darbe, seçilmiş bir hükümeti devirerek halk iradesini hiçe saydı. DP’nin otoriter uygulamalarına tepki olarak gerçekleşse de darbe sonrası kurulan MBK yönetimi, demokratik kurumları askıya aldı. 1961 Anayasası, görece özgürlükçü bir metin olsa da darbenin kendisi demokrasiye zarar verdi.

Yassıada yargılamaları, adil yargılanma ilkesine aykırıydı. Sanıklara savunma hakkı kısıtlı şekilde tanındı, mahkemeler siyasi baskı altında karar verdi. İdamlar, yaşam hakkının ihlali olarak tarihe geçti. Basın sansürü ve muhaliflere yönelik gözaltılar, ifade özgürlüğünü zedeledi.

1961 Anayasası, sendikal haklar ve üniversite özerkliği gibi yenilikler getirse de orduyu siyasete müdahale eden bir aktör olarak meşrulaştırdı. Bu, sonraki darbeler için zemin hazırladı.

1960’ların sonlarında, Türkiye’de ekonomik kriz, öğrenci hareketleri, işçi grevleri ve sağ-sol çatışmaları toplumsal kaosu derinleştirdi. Adalet Partisi (AP) hükümeti, bu kaosu kontrol altına almakta zorlandı. Ordu, “anarşi ve bölücülük” gerekçesiyle müdahale etti.

12 Mart 1971’de, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve kuvvet komutanları, radyodan bir muhtıra yayınlayarak hükümetin istifasını talep etti. Başbakan Süleyman Demirel istifa etti, yerine “teknokrat” bir hükümet kuruldu. Ordu, doğrudan yönetimi ele almadı ancak siyasi süreçleri sıkı denetim altına aldı. Sol gruplara yönelik geniş çaplı operasyonlar başlatıldı, Ziverbey Köşkü’nde işkenceler yapıldı.

Muhtıra, seçilmiş hükümeti devirerek demokratik süreci kesintiye uğrattı. Askeri vesayet, siyasi partilerin ve sivil toplumun hareket alanını daralttı. Anayasa’da yapılan değişiklikler, 1961 Anayasası’nın özgürlükçü ruhunu zayıflattı.

Ziverbey Köşkü’nde uygulanan sistematik işkenceler, gözaltılar ve basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, insan hakları ihlallerinin en çarpıcı örnekleriydi. 1960 darbesi sonrası üç siyasinin idam edilmesine rövanşist bir yaklaşımla Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesi, yaşam hakkının ihlali olarak büyük tepki çekti.

12 Mart, sol hareketleri ezmeyi hedeflese de toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdi. Askeri vesayetin güçlenmesi, demokrasinin kurumsallaşmasını engelledi.

1970’lerin sonlarında Türkiye, ekonomik kriz, sağ-sol çatışmaları ve siyasi istikrarsızlıkla sarsılıyordu. Günde onlarca kişinin öldüğü sokak çatışmaları, hükümetlerin zayıflığı ve koalisyon krizleri, orduyu “düzeni sağlama” gerekçesiyle müdahaleye yöneltti.

12 Eylül 1980’de, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğinde ordu yönetime el koydu. Meclis feshedildi, siyasi partiler kapatıldı, Anayasa askıya alındı. Milli Güvenlik Konseyi (MGK) yönetimi devraldı. Yüz binlerce kişi gözaltına alındı, işkenceler yaygınlaştı, 50 kişi idam edildi. 1982 Anayasası, halk oyuyla kabul edildi ancak özgürlükleri kısıtlayan bir metin olarak eleştirildi.

12 Eylül, demokrasiye en ağır darbelerden birini vurdu. Seçilmiş hükümet ve parlamento ortadan kaldırıldı, siyasi partiler yasaklandı. 1982 Anayasası, askeri vesayeti kurumsallaştırarak demokratik kurumları zayıflattı.

Gözaltılar, işkenceler, idamlar ve sürgünler, insan hakları ihlallerinin zirve yaptığı bir dönemdi. Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalar, özellikle Kürt mahkumlara yönelik insanlık dışı muamelelerle anıldı. Basın susturuldu, sendikalar ve sivil toplum örgütleri kapatıldı.

12 Eylül, toplumsal muhalefeti ezdi, ancak Kürt meselesi gibi sorunları derinleştirdi. 1982 Anayasası, uzun yıllar boyunca özgürlüklerin kısıtlanmasına neden oldu. Askeri vesayet, siyaset üzerinde gölge olmaya devam etti.

1990’larda Refah Partisi’nin yükselişi, laiklik tartışmalarını alevlendirdi. Refah-Yol koalisyon hükümeti, “irtica” tehdidi gerekçesiyle ordu tarafından hedef alındı. Toplumsal kutuplaşma ve ekonomik sorunlar, müdahale için zemin oluşturdu.

28 Şubat 1997’de, MGK toplantısında hükümeti istifaya zorlayan kararlar alındı. Ordu, medya ve yargı desteğiyle “postmodern darbe” gerçekleştirdi. Refah Partisi kapatıldı, Başbakan Necmettin Erbakan istifa etti.

Seçilmiş hükümetin istifaya zorlanması, halk iradesine aykırıydı. Refah Partisi’nin kapatılması, siyasi katılım hakkını ihlal etti. Askeri vesayet, bir kez daha demokrasiyi gölgeledi.

Dini özgürlükler ve ifade özgürlüğü ciddi şekilde zedelendi. Medyanın darbe sürecinde oynadığı rol, basın özgürlüğüne gölge düşürdü.

28 Şubat, laik-dindar kutuplaşmasını derinleştirdi. Ancak, bu süreç, AKP gibi yeni siyasi hareketlerin doğuşuna da zemin hazırladı.

15 Temmuz 2016 darbe girişimini müstakil olarak başka bir yazımda ele alacağım.

Bu tarihi olaylar, demokrasinin ve insan haklarının ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Her bir müdahale, halkın iradesini yok sayarak, güç ve otoriteyi bir grup elitin elinde topladı.

İnsan hakları açısından, bu süreçlerde ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, yaşam hakkı ve siyasi katılım gibi temel ilkeler defalarca ihlal edildi. Demokrasinin sağlıklı işleyişi için gereken denge ve denetleme mekanizmaları, askeri ve siyasi elitler tarafından sıkça bypass edildi.

Bugün, bu tarihi olaylardan çıkarılacak en büyük ders, demokrasinin ancak güçlü kurumlar, bağımsız yargı ve özgür medya ile ayakta kalabileceğidir. İnsan hakları, sadece anayasal güvencelerle değil, toplumsal bilinç ve sivil toplumun aktif katılımıyla korunabilir. Türkiye’nin geçmişi, otoriter eğilimlere karşı halkın iradesine ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemin ne kadar hayati olduğunu gösteriyor.

Cumhuriyet dönemi askeri darbeleri ve girişimleri, demokrasinin kırılganlığını ve insan haklarının sürekli tehdit altında olduğunu gösteriyor. Her bir darbe, halk iradesini askıya alarak, seçilmiş hükümetleri devirdi ve otoriter yönetim biçimlerini meşrulaştırdı. İnsan hakları açısından, idamlar, işkenceler, gözaltılar, basın özgürlüğünün kısıtlanması ve özgürlüklere müdahaleler, bu süreçlerin karanlık yüzünü oluşturuyor.

Reçete belli aslında,

– Demokrasinin sürdürülebilirliği, güçlü ve bağımsız kurumlara bağlıdır. Askeri vesayetin siyasete müdahalesi, demokratik kurumları zayıflatıyor.

– Siyasi kutuplaşma ve ekonomik krizler, darbelere zemin hazırlıyor. Bu nedenle, uzlaşmacı bir siyasi kültür geliştirilmesi şart.

– Adil yargılanma, ifade özgürlüğü ve yaşam hakkı gibi temel haklar, her koşulda korunmalıdır.

– Sivil toplumun ve bağımsız medyanın güçlendirilmesi, insan hakları ihlallerine karşı önemli bir kalkandır.

31 Mart’tan Babıali’ye, oradan Cumhuriyet dönemi darbelerine uzanan süreç, demokrasi ve insan haklarının sürekli bir mücadele gerektirdiğini ortaya koyuyor. Her bir olay, siyasi güç hırsının ve otoriter müdahalelerin, toplumsal barışı ve bireysel özgürlükleri nasıl tehdit ettiğini hatırlatıyor. Gelecekte, bu tür müdahalelerin önüne geçmek için, demokratik kurumların güçlendirilmesi, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin yerleşmesi şart. Ancak böylece, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları yolculuğu, geçmişin gölgelerinden sıyrılarak daha aydınlık bir geleceğe ulaşabilir.

Türkiye’nin ve çocuklarımızın geleceği her şeyden önemlidir, demokrasimizin normalleşmesi zorunlu bir ihtiyaçtır. İdeolojik duvarları aşmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

Ülkede mutlaka kuvvetler ayrılığına dayalı, bağımsız yargıya sahip, özgürlükleri kurumlar eliyle koruyan bir anayasal düzen şarttır. O olmadan olmuyor.

Platonik demokrasi yoktur! Hep beraber mücadele edip emek vererek hayal ettiğimiz daha demokratik bir ülke inşa edeceğiz.

Çokça demokrasi, biraz tebessüm bağnazlığa iyi gelir…

Bir yanıt yazın