
Kalp Bozulunca, Akıl Hile Yapar
Doç. Dr Vahap AKTAŞ
Kalp, insanın en saf limanıdır; doğruyu, iyiyi, güzeli hisseden o narin pusula. Peki, ya bu pusula şaşarsa?
Kalp bozulduğunda, akıl da yoldan çıkar; hileler, kurnazlıklar, ihanetler, çıkar hesaplarıyla dolmaya başlar. İnsanı insan yapan değerler bir bir erirken, akıl kalbin gölgesinde kendi labirentini örer.
İçsel ahlaki pusulanın yitirilmesi, rasyonel düşüncenin de yozlaşmasına yol açar. Türkiye’nin yakın tarihine ve güncel dinamiklerine bu lensle bakmak hem mevcut sorunların kökenlerini anlamak hem de geleceğe dair umutlu bir yol haritası çizmek için elzemdir.
“Kalp bozulunca, akıl hile yapar”, Türk siyasi hayatı, toplumsal münasebetler ve insan ilişkilerindeki ahlaki erozyonu anlamak için güçlü bir metafor sunar.
Siyaset, özünde bir toplumu ortak idealler etrafında birleştirme sanatıdır. Ancak Türkiye’de siyaset, sıklıkla kalbin bozulduğu bir arena haline gelmiştir. Etik siyaset anlayışında vurgulanan “sorumluluk etiği” ve “inanç etiği” arasındaki denge, yerini pragmatizme ve çıkar odaklı manevralara bırakmıştır. Kalbin bozulması, siyasette ahlaki ilkelerin aşınmasıyla kendini gösterir: Popülizm, kutuplaşma, ötekileştirme ve güç için her yolu mübah görme eğilimi.
1980’lerden itibaren izlenilen kapitalist politikaların ve 2000’li yıllarda artan otoriter eğilimlerin etkisiyle, Türk siyaseti “ortak iyi” idealinden uzaklaşarak bireysel ve grupsal çıkarların savaş alanına dönüştü. Bu süreçte akıl, insan merkezli politika ve strateji belirlemekten uzaklaştı, hile yapmaya başladı: Manipülatif söylemler, sahte vaatler ve algı yönetimi, seçmenle siyasetçi arasında güven bağını zedeledi.
“Sembolik şiddet” kavramı, bu bağlamda açıklayıcıdır. Siyasi aktörler, medya ve propaganda aracılığıyla toplumu kendi çıkarlarına ikna ederken, toplumsal aklın eleştirel kapasitesini köreltmiştir.
2010’lar, Türkiye’de siyasi dönüşümün hızlandığı bir dönemdir. 2010 Anayasa Referandumu, başlangıçta demokratikleşme umudu taşırken, zamanla güç konsolidasyonunun aracı haline gelmiştir. Bu süreçte, siyasetin kalbi bozuldu: Ortak iyi yerine, güç ve kontrol odaklı bir anlayış egemen oldu. Gezi Parkı protestoları (2013), bu bozulmanın toplumsal tepkisi olarak ortaya çıktı. Çevresel bir mesele olarak başlayan protestolar, hızla otoriterleşmeye, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ve toplumsal çeşitliliğin yok sayılmasına karşı bir çığlığa dönüştü.
“Karizmatik otorite” kavramı, bu dönemi anlamada yardımcıdır. Siyasi liderlik, karizmatik söylemlerle toplumu mobilize ederken, ahlaki sorumluluğu göz ardı etti. Gezi sonrası dönemde, hükümetin protestocuları “çapulcu” ya da “dış mihrakların maşası” gibi etiketlerle şeytanlaştırması, kalbin bozulmasının bir yansımasıydı. Akıl ise hile yaptı: Devlet, güvenlik söylemini kullanarak otoriter politikaları meşrulaştırdı. Medya manipülasyonu, dezenformasyon ve yargının siyasallaşması, bu hilenin araçları oldu. Devlet, ahlaki otoritesini kullanarak toplumsal grupları susturdu ve ötekileştirdi.
İnsan ilişkileri, toplumsal dinamiklerin mikro düzeydeki aynasıdır. Tepeden inmeci ve otoriter tavırlar toplumda korku ve belirsizlik yarattı ve uygulanan politikalar bireyler arası ilişkileri de zehirledi. Toplumsal güvenin çökmesi, dayanışma ağlarını zayıflattı.
Toplum, bireylerin ahlaki ve duygusal bağlarla bir arada tutulduğu bir ağdır. Ancak kalp bozulduğunda, bu bağlar zayıflar ve akıl, toplumsal ilişkilerde hileye başvurur. Türkiye’de son yıllarda artan kutuplaşma, bu bozulmanın en net göstergesidir.
Durkheim’in “anomi” kavramı, toplumsal normların aşınmasıyla bireylerin ahlaki pusulalarını yitirmesini ifade eder. Türkiye’de ideolojik, etnik ve dini fay hatları, anomik bir toplumsal yapıyı derinleştirmiştir.
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, bireyler arasındaki diyalog yerini monologlara ve linç kültürlerine bırakmıştır. İnsanlar, karşıt görüştekileri anlamak yerine, onları şeytanlaştırmayı tercih eder hale gelmiştir. Bu durum “ahlaki temeller teorisi” ile açıklanabilir: Farklı gruplar, ahlaki değerlerini mutlaklaştırarak diğerlerini dışlar ve empati köprüleri yıkılır.
Kalbin bozulması, sevgiyi, merhameti ve adaleti değil, öfkeyi ve intikamı besler. Akıl ise bu duyguları rasyonalize ederek hile yapar: “Onlar hak etti” ya da “bizimkiler masum” gibi söylemler, vicdani sorumluluktan kaçışın kılıfıdır.
Kalbin bozulması, bireyler arasında güvenin erozyona uğramasına yol açıyor. Türkiye’de son yıllarda artan ekonomik eşitsizlik, işsizlik ve belirsizlik, bireyleri hayatta kalma odaklı bir zihniyete itmiştir.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi, temel ihtiyaçların karşılanmaması durumunda bireylerin daha yüksek ahlaki değerlere yönelmekte zorlanacağını söyler. Bu bağlamda, Türkiye’de maddi ve manevi güvensizlik, bireylerin birbirine karşı şüpheci ve hesapçı yaklaşmasına neden olmuştur.
Ekonomik kriz, işsizlik ve enflasyonun 2018’den itibaren artması, bireyleri hayatta kalma moduna itti. İnsanlar, birbirine yardım etmek yerine, kendi çıkarlarını koruma kaygısına düştü. Komşuluk ilişkilerinin zayıflaması, dayanışma kültürünün yerini bireyciliğe bırakması, kalbin bozulmasının somut göstergeleridir. Akıl, bu bozulmayı “herkes kendi başının çaresine baksın” gibi rasyonel gerekçelerle meşrulaştırmıştır.
Kalbin bozulması, sevgi ve merhamet yerine şüphe ve korkuyu besliyor. Ancak bu hile, uzun vadede toplumsal bağları çözmüş ve yalnızlaşmayı derinleştirmiştir. “Sosyal sermaye” kavramı, bu kaybın ne denli kritik olduğunu gösterir: Güven ve dayanışma azaldıkça, toplumun problem çözme kapasitesi de zayıflıyor.
Peki, bu bozulma döngüsünden çıkış mümkün müdür?
Sosyolojik açıdan, çözüm hem bireysel hem de kolektif düzeyde bir dönüşüm gerektirir. İlk adım, kalbi onarmaktır: Empati, adalet ve merhamet gibi evrensel değerlerin yeniden inşa edilmesi gerekir. “İletişimsel eylem” teorisi, bu noktada yol göstericidir: Toplum, ancak samimi ve eşitlikçi bir diyalog zemininde bir araya gelirse, ortak ahlaki normlar üretebilir.
Siyasi düzeyde ise, şeffaflık, hesap verebilirlik ve kapsayıcılık ilkeleri benimsenmelidir. Siyaset, güç değil hizmet aracı olarak yeniden tanımlanmalıdır. Toplumsal düzeyde, sivil toplum kuruluşlarının ve yerel inisiyatiflerin güçlenmesi, sosyal sermayeyi yeniden inşa edebilir. Eğitim sistemi empati ve eleştirel düşünceyi teşvik edecek şekilde reforme edilmelidir. İnsan ilişkilerinde ise, küçük ölçekli dayanışma pratikleri, komşuluk, mahalle kültürü, gönüllülük güveni tesis edebilir.
Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve bireysel sorunları ahlaki bir krizle bağlantılı olduğu gerçeği ortada çok net durmaktadır. Kalbin bozulması, yalnızca bireylerin değil, toplumun ve siyasetin de yozlaşmasına yol açıyor. Ancak bu karanlık tablo, umutsuzluk için değil, dönüşüm için bir çağrıdır. Kalbi onarmak, aklı hileden kurtarmak ve toplumu yeniden inşa etmek, hepimizin ortak sorumluluğudur. Çünkü kalp düzelirse, akıl da doğruyu bulur.
Akıl, hile yapmak yerine, bu değerleri rasyonalize ettiğinde, Türkiye yeniden ortak bir geleceğe yelken açabilir.
Kalbi temiz, aklı berrak tutmak bizim elimizde.