Doyumsuzluk Ve Çöküş
6 mins read

Doyumsuzluk Ve Çöküş

Doç. Dr. Vahap AKTAŞ

Bazı insanların yükselişi, yalnızca kişisel hırsların değil, aynı zamanda toplumsal dinamiklerin ve tarihsel süreçlerin bir yansımasıdır.

Bu yükseliş, çoğu zaman başkalarının omuzlarına basarak, haklarını gasp ederek ve kalpleri kırarak gerçekleşir. Ancak tarih, bu tür yükselişlerin sonunun genellikle ihtişamlı bir çöküşle bittiğini defalarca göstermiştir.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, yükseliş ve çöküş döngüsü, güç ve statü arayışının insan topluluklarındaki evrensel bir gerçeği olduğunu ortaya koyar. İnsanlar, sosyal, kültürel veya ekonomik sermayeyi biriktirerek toplumda yükselir; ancak bu sermaye, başkalarının haklarını ihlal ederek veya etik sınırları aşarak toplandığında, kırılgan bir temel üzerine inşa edilir.

Toplumsal bir gerçeklik, karizmatik liderlikler ve güç merkezleri, kitleleri peşinden sürükler. Ancak bu otorite, adaletsizlik ve haksızlıkla beslendiğinde, toplumsal meşruiyetini yitirir ve çöküş kaçınılmaz olur.

Toplumlar, bu tür yükselişlere karşı bir tür kolektif bellek geliştirir. Türk toplumunda “elalem ne der” kaygısı, bireylerin haksız yükselişlerini gözleyen bir toplumsal denetim mekanizması olarak işler. Ancak bu mekanizma, çoğu zaman sessizdir; adaletin yerini bulması için sabırla bekler. Sabırla bekleyişin arkasında “güç” aygıtından korkma, bireyin devlet veya hükümet dediğimiz sistem karşısındaki zayıflığının göz ardı edilmemesi de önemli bir noktadır. “Kolektif bilinç”, bu bekleyişin toplumsal bir dayanışma biçimi olduğunu gösterir. İnsanlar, haksızlığın farkında olduklarında, sessiz bir mutabakatla çöküşü bekler; çünkü kolektif bilinç, adaletin uzun vadede galip geleceğine inanır. Bu tepkisiz, halinden memnun hal, “kolektif bilinç” in sessizliği, otoriterliğin ömrünü uzatmış olur.

Tarih, bu döngünün örnekleriyle doludur. Antik Roma’da, Sezar gibi liderler halkın sevgisini kazanarak yükselmiş, ancak “Roma’da ikinci adam olacağıma Alplerde bir köyde birinci adam olmayı tercih ederim” hırsları ve güç tutkuları onları trajik bir sona sürüklemiştir.

20. yüzyılın otoriter rejimleri, ihtişamlı yükselişlerin nasıl hızla çöküşe dönüştüğünü gösterir. Hitler ya da Mussolini gibi liderler, kitleleri peşlerinden sürüklemiş, ancak adaletsizlik ve zulüm üzerine kurulu rejimleri, tarihin en büyük çöküşlerinden birine sahne olmuştur.

Türk tarihinde de bu döngüye dair sayısız örnek bulunur. Mesela, 19. yüzyılın sonlarında Abdülhamid dönemi hem ihtişamlı bir yükseliş hem de çöküşün tohumlarının ekildiği bir dönemdir. Abdülhamid, modernleşme çabalarıyla bir imparatorluğu ayakta tutmaya çalışmış, ancak baskıcı politikaları ve çevresindeki güç odaklarının hırsları, onun tahttan indirilişiyle sonuçlanmıştır. Bu, sadece bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda bir sistemin kırılganlığını da ortaya koymuştur.

Türk edebiyatında, Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”si, idealist bir yükselişin nasıl fedakârlıkla taçlandığını sahnelerken, aynı dönemde, Recaizade Mahmud Ekrem’in “Araba Sevdası”nda, Bihruz Bey karakteriyle, haksız ve sahte bir yükselişin alaycı bir portresini çizer. Bihruz, Batılılaşma hevesiyle kendini yüksek bir statüye yerleştirir, ancak bu yapay yükseliş, onun trajikomik çöküşüyle sonuçlanır. Bu, Türk toplumunun sahte statülere ve haksız kazanımlara karşı geliştirdiği eleştirel bakışı yansıtır.

Shakespeare’in “Macbeth”i, bu temanın en güçlü örneklerinden biridir. Macbeth, hırsının ve karısının teşvikiyle kral olur, ancak bu yükseliş, cinayet ve ihanetle doludur. Sonunda, kendi vicdanı ve düşmanları tarafından kuşatılan Macbeth, ihtişamlı tahtından düşer. Bu, evrensel bir gerçeği vurgular: Haksızlık üzerine kurulu hiçbir yükseliş kalıcı olamaz.

Modern dünya edebiyatında, F. Scott Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby” romanı okunası bir eserdir. Jay Gatsby, servet ve statü peşinde koşarak Amerikan rüyasının zirvesine ulaşır. Ancak bu yükseliş, sahtecilik ve başkalarının hayatlarını yok sayma pahasına gerçekleşir. Gatsby’nin trajik çöküşü, sadece bireysel bir başarısızlık değil, aynı zamanda bir toplumun değerler krizinin de yansımasıdır.

Haksız yükselişler, geçici bir ihtişam sunsa da çöküşler kaçınılmazdır. “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste,” sözü, adaletin yavaş ama kesin işleyişine olan inancı yansıtır. Toplum, bu çöküşe ses çıkarmalı, çığlıklar atmalıdır.

Bir toplumun ahlakını negatif seleksiyon bozar. İyiyi cezalandırmak, kötüyü ödüllendirmek. İdeal davraniş biçimleri “saflık”haline geldiğinde, sahtekarlık da “ideal davranış” haline gelir.

Çünkü, bazıları doymuyor, doyamıyor. Ruhun en çirkin hali, en büyük açlık: DOYUMSUZLUK.

Para, makam, şöhret, sonradan görmelik. Aksırıp tıksırana kadar yiyorlar. Bizde olur mu bilmiyorum ama medeniyet hepsine doyulduğu zaman inşa oluyor. Çünkü doyumsuzluk en büyük medeniyetsizlik.

Dövdük, öldürdük, suçlu suçsuz hapsettik, diplomalı olanların diplomalarını iptal ettik. İşte karşımızda hayallerini kurduğumuz idealist, dava adamı, dindar, müreffeh bir Türkiye!!!

Mücadele ederek, sabırla, bilgece bekleyelim. İhtişamla yükselenlerin çakılışları, sadece bir zaman meselesidir. Ve o an geldiğinde, tarih, edebiyat ve toplum, adaletin sessiz zaferini alkışlar. Çünkü hiçbir taht, kalpler kırarak ve haklar gasp edilerek sonsuza dek ayakta kalamaz.

Adaletsizlik, medeniyeti mahveder.

Bir yanıt yazın