
Kaçış değil, kendinle buluşma
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Dünyanın hengamesi, bir an durmaksızın akan bir nehir gibi. Gürültüsü, telaşı, bitmeyen koşuşturmasıyla insanı yutuyor, ruhu yoruyor. Beton yığınlarının gölgesinde, araba seslerinin, klaksonların ve bitmeyen bir koşuşturmanın arasında kayboluyor ruh.
Coğrafyanın getirdiği düzensizlikler, haberlerin kasvetli gölgesi, şehirlerin beton ağırlığı… Hepsi bir olup omuzlarımıza çöküyor. Sonra tüm bunlara kısa bir ara vermek gerektiğine ruhunuz sizi zorluyor. Ve Akdeniz akşamlarının kucağına sığınıyorsunuz. Bu sığınma insanın kendi varlığını yeniden hissettiği, ruhunun derin bir nefes aldığı o eşsiz an.
Akdeniz akşamları, sanki zamanın unuttuğu bir masalın sayfaları arasında gezinmek gibi. Gökyüzü, turuncudan mora çalan bir renk cümbüşüne bürünüyor. Denizin dalgaları, usulca kıyıya vururken, sanki ruhun tüm yüklerini alıp götürüyor.
O an ne geçmişin pişmanlıkları ne de geleceğin belirsizlikleri kalıyor. Sadece o an, “an” ı güzelleştiriyor. Rüzgârın tuzlu kokusu, zeytin ağaçlarının hışırtısı ve uzaktan gelen bir balıkçı teknesinin naif motor sesi.
Dalga sesleri, sanki dünyanın en kadim ninnisini fısıldıyor. Ruhun dinginleşmesi, bedenin varlığını hissetmesi böyle bir şey. Ayaklarını serin suya daldırdığında, tuz kokusunun genzini doldurduğunda, sevdiğinin tebessümüyle göz göze geldiğinde, hayat tüm karmaşasına rağmen, bir an için sadeleşiyor. Deniz, sanki bütün dertleri alıp götürüyor; dalgalarla birlikte kayboluyor hepsi.
Dünyanın telaşına kısa bir ara, lüks oteller ya da uzak diyarlar demek değil her zaman. Bazen bir sahil kasabasında, bir tahta iskelede oturmak; bazen sevdiğinle bir martının süzülüşünü izlemek. Bedenin, şehirde unuttuğun o hafifliği hatırlıyor. Omuzlarındaki yük, sanki dalgalarla birlikte eriyip gidiyor. Ve ruhun, uzun zamandır susturulmuş o iç ses, fısıldamaya başlıyor: “Yaşıyorsun, buradasın.”
Akdeniz’in ruhu, acele etmeyi çok bilmez. Burada her şey yavaş, her şey sakin. Bir zeytin dalının gölgesinde, eski bir taş evin verandasında otururken, sanki evrenle gizli bir anlaşma yaparsın: “Biraz dur, biraz nefes al, her şey yoluna girer.”
Bu kısa süreli kopuş, ruhu yeniden inşa ediyor. Günün tüm kaosu, bir martının kanat çırpışında dağılıyor. İnsan, Akdeniz akşamlarında kendine dönüyor. Kendiyle konuşuyor, kendiyle barışıyor. Belki bir dostla, sevdiğinle edilen sohbet, belki bir şarkının mırıldanışı, belki de sadece denizin sesine kulak vermek… Hepsi, ruhun yorgun tellerini usulca onarıyor.
Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda”sında, insanın iç dünyasına çekilip yaratıcılığını bulması için bir sığınağa ihtiyacı olduğunu söyler. Şehir, bu sığınağı yok ediyor. Trafiğin gölgesinde, neon ışıkların altında, ruhumuz bir labirentte kayboluyor. Ama Woolf’un önerdiği gibi, bir an için durup bir pencere kenarına oturmak, bir ağacın dallarına bakmak, belki bir deftere birkaç satır karalamak, o kayıp dinginliği geri çağırabiliyor. Şehirden kopmak, bir nevi Woolf’un odasına sığınmaktır; yalnız kendi nefesimizin sesini duyacağımız bir köşe bulmaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur”da İstanbul’un kaotik güzelliğiyle ruhun arayışı arasında bir köprü kurar. Mümtaz’ın Nuran’a duyduğu aşk, sadece bir kadına değil, aynı zamanda bir dinginlik arzusuna, zamanın akışından kurtulma isteğine dairdir. Şehir, Tanpınar’ın kaleminde hem bir sevgili hem bir düşmandır.
Dünyanın hengamesinden kopmak, ruhun dinginleşmesi için bir moladır. Şehir, bize Mona Roza’mızı kaybettirse de bir zeytin dalının gölgesinde, bir denizin maviliğinde, başka bir gözün tebessümünde ruhumuzu yeniden bulabiliyoruz. Her ara veriş bize aynı şeyi söyler: Dur, nefes al, kendine dön.
Kısa bir ara veriş, bir kaçış değil; bir buluşma. Kendinle, sevdiğinle, hayatla yeniden tanışma. Denizin tuzlu nefesi, ruhuna bir hediye; bedenin, varoluşun hafifliğini hatırlıyor. Ve sen, o an, sadece gülümsüyorsun. Çünkü dünya, tüm hengamesiyle, bir süre daha bekleyebilir.
Kuşlar ılık ve güzel insanların olduğu yerlere göç eder, insanlar güzel kalplere. Mükemmel insanlara ihtiyacı yok bu dünyanın. Merhamete, sevgiye, aşka ve duru bakışlara ihtiyacı var.
Zaman zaman kalplerimizi dinlendirelim…Ne dersiniz?