
CHP’nin Gölgesinde Muhalefet Çıkmazı
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Türkiye’nin siyasi sahnesi, tarih boyunca toplumsal dinamiklerin, kolektif duyguların ve tarihsel kırılmaların aynası olmuştur. Bugün, CHP’nin seçmen tabanındaki kısmi artış, partinin kuşatıcı bir politika üretememesine rağmen dikkat çekici bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, sosyal psikoloji ve tarihsel süreçlerin ışığında incelendiğinde, bir sevgiden çok bir kaçışın, bir umuttan ziyade bir tepkinin izlerini taşıyor.
İnsanlar CHP’yi, onun politikalarını bütünüyle benimsediği için değil, AKP-MHP ittifakının ilkesizliği ve hoyratlığından duyulan derin rahatsızlık nedeniyle tercih ediyor. Bu, bir bakıma, siyasetin duygusal zemininde “nefretin sevgiye galebe çaldığı” bir manzara sunuyor.
Sosyal psikoloji, bireylerin ve toplulukların karar alma süreçlerinde duyguların oynadığı rolü vurgularken, “negatif kimliklenme” kavramı bu bağlamda önemli bir ipucu sunuyor. İnsanlar, yalnızca bir ideali desteklemek için değil, aynı zamanda bir tehditten ya da rahatsız edici buldukları bir durumdan kaçmak için de bir gruba ya da fikre yönelebiliyorlar.
Türkiye’de AKP-MHP ittifakının uzun süredir devam eden politikaları, ekonomik istikrarsızlık, otoriterleşme eğilimleri, kutuplaştırıcı söylemler ve toplumsal adaletsizlik algısı geniş kesimlerde bir “tehdit algısı” yaratmış durumda. Bu algı, seçmenleri, mevcut iktidarın alternatifi olarak görülen CHP’ye yöneltiyor. Ancak bu yönelim, CHP’nin vaat ettiği politikaların derinlemesine benimsenmesinden çok, bir tür “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığına dayanıyor.
Bu durum, “grup içi ve grup dışı” dinamikleriyle de açıklanabilir. AKP-MHP ittifakı, yıllardır muhalif kesimleri “öteki”leştiren bir söylemle hareket ederken, bu söylem, muhalif seçmenlerde bir karşı kimliklenme yarattı. CHP, bu kimliklenmenin doğal bir toplanma noktası haline geldi; çünkü tarihsel olarak “devletin kurucu partisi” kimliği, ona bir tür meşruiyet ve güvenilirlik sağlıyor. Ancak, seçmenlerin CHP’ye yönelmesi, partinin kapsayıcı ve yenilikçi bir vizyon sunmasından çok, mevcut iktidara duyulan öfke ve hayal kırıklığının bir yansıması.
CHP’nin tarihsel mirası, bu tabloyu anlamak için kritik bir öneme sahip. Cumhuriyetin kurucu partisi olarak CHP, modernleşme projesinin taşıyıcısı olmuş, ancak aynı zamanda elitist ve merkezci bir imajla anılmıştır. 1960’larda Ecevit’in “ortanın solu” hamlesiyle başlayan dönüşüm çabaları, partiyi halka yakınlaştırmışsa da bu süreç kesintilere uğramış ve CHP, geniş kesimlere hitap eden bir “halk partisi” olma hedefini tam anlamıyla gerçekleştirememiştir.
Bugün, CHP’nin politikaları, kimi zaman muhafazakâr seçmenle bağ kurmakta zorlanırken, kimi zaman da genç ve dinamik kesimlerin beklentilerini karşılamakta yetersiz kalıyor. Buna rağmen, partinin seçmen tabanındaki kısmi suni artış, tarihsel mirasının sağladığı “güvenilir liman” algısından besleniyor.
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle başlayan süreç, CHP’yi bir “tepkisel alan” haline getirdi. AKP’nin ilk yıllarında reformist ve demokratik söylemleri, CHP’yi savunmacı bir konuma itmiş; ancak 2010’lardan itibaren AKP’nin otoriterleşmesi, ekonomik krizler ve MHP ile ittifakın yarattığı milliyetçi-sert söylem, CHP’yi bir “kaçış noktası” haline getirdi.
Tarihsel olarak, Türkiye’de siyaset sık sık kutuplaşmalar üzerinden şekillenmiştir. 1950’lerde DP-CHP karşıtlığı, 1970’lerde sağ-sol çatışmaları ve 2000’lerde AKP-CHP ekseni, bu kutuplaşmanın farklı yüzleridir. Bugün, CHP’nin yükselişi, bu tarihsel kutuplaşmanın yeni bir evresi olarak görülebilir: AKP-MHP’ye duyulan tepki, CHP’yi bir sevgi nesnesinden çok bir zorunlu tercih haline getiriyor.
Bu tablo, CHP’nin önünde hem bir fırsat hem de bir tuzak barındırıyor. Fırsat, çünkü mevcut iktidara duyulan tepki, CHP’yi geniş bir koalisyonun lideri yapma potansiyeli taşıyor. Ancak tuzak, çünkü bu destek, sağlam bir ideolojik zemin yerine geçici bir öfkeye dayanıyor.
CHP’nin kuşatıcı bir politika üretememesi, bu desteği kalıcı bir sevgiye dönüştürmesini zorlaştırıyor. Parti, muhafazakâr seçmenle bağ kuracak bir dil geliştirmekte, gençlerin ve dezavantajlı grupların taleplerine yanıt verecek radikal reform önerileri sunmakta zorlanıyor. Bu durum, CHP’nin “AKP-MHP nefreti” üzerinden büyüyen bir balonun içinde sıkışmasına neden oluyor.
AKP ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı, ideolojik tutarlılıktan uzak, pragmatik bir güç birliğine dayanıyor. AKP’nin bir zamanlar reformist vaatlerle başlayan yolculuğu, otoriter bir çizgiye kaydı. Hukuk devleti, basın özgürlüğü ve bireysel haklar gibi temel ilkeler, “devletin bekası” gibi muğlak gerekçelerle ikinci plana atıldı. MHP ise milliyetçi tabanını konsolide etmek adına, AKP’nin tartışmalı politikalarına destek verirken, kendi ilkelerinden tavizler verdi. Bu ilkesizlik, toplumun geniş kesimlerinde güven kaybına yol açtı. Ancak bu erozyon, aynı zamanda bir fırsat doğuruyor.
İktidarın ilkesizliği, özellikle genç ve dinamik kesimlerde, adalet, özgürlük ve şeffaflık taleplerini güçlendiriyor. KHK’larla mağdur edilenler, susturulan gazeteciler ve akademisyenler, kısıtlanan ifade özgürlüğü; tüm bunlar, mevcut düzenin sürdürülemez olduğunu gösteriyor. Bu memnuniyetsizlik, liberal ve özgürlükçü bir siyasetin filizlenmesi için verimli bir zemin sunuyor.
Toplumsal psikoloji bize şunu öğretir: Nefret, bir toplumu bir araya getirebilir, ancak kalıcı bir birlik için sevgi ve ortak bir vizyon gerekir. CHP, eğer bu geçici desteği kalıcı bir bağlılığa dönüştürmek istiyorsa, yalnızca “karşı olmanın” ötesine geçmeli; kapsayıcı, umut verici ve tüm toplumsal kesimleri kucaklayan bir siyaset üretmelidir. Aksi takdirde, nefretin gölgesinde büyüyen bu destek, bir sonraki tarihsel kırılmada başka bir yöne savrulabilir.
Ana muhalefet partisi CHP, iktidarın hatalarını eleştirmekte hızlı olsa da toplumun geniş kesimlerine hitap edecek bir vizyon sunmakta yetersiz kalıyor. Tepkisel bir muhalefet anlayışıyla hareket eden CHP, Kürt meselesinden ekonomik reformlara, kadın haklarından gençlerin taleplerine kadar pek çok konuda ilham verici bir proje ortaya koyamıyor. Parti içindeki ideolojik çekişmeler ve statükocu yaklaşımlar, CHP’yi özgürlükçü bir alternatif olmaktan uzaklaştırıyor. Bu vizyonsuzluk, CHP’nin mevcut siyasi boşluğu dolduramaması anlamına geliyor. Ancak bu durum, yeni bir siyasi hareket için bir kapı aralıyor. CHP’nin genç seçmenleri ve özgürlükçü kesimleri kucaklayamaması, bu grupların yeni bir siyasi oluşuma yönelmesini teşvik ediyor. Liberal değerleri merkeze alan, çoğulcu ve geleceğe dönük bir hareket, bu boşluğu doldurarak geniş bir destek bulabilir.
Türkiye’nin siyasi manzarası, bugün bir yol ayrımında duruyor. CHP, tarihsel mirasının sağladığı avantajla, AKP-MHP ittifakına duyulan tepkiyi bir fırsata çevirebilir. Ancak bu fırsat, yalnızca partinin kendisini yeniden tanımlamasıyla gerçeğe dönüşebilir.
Sosyal psikolojinin ve tarihsel süreçlerin bize gösterdiği gerçek şu: İnsanlar, nefretten kaçarken bir liman arar; ama o limanda kalmaları için sevgi, güven ve umut gerekir. CHP, bu duyguları uyandırabilirse, yalnızca bir kaçış noktası olmaktan çıkıp, Türkiye’nin geleceğini şekillendiren bir güç haline gelebilir. Aksi takdirde, nefretin sevgiye galebe çaldığı bu manzara, sadece geçici bir dalga olarak kalacaktır.
Mevcut siyasi aktörlerin başarısızlıkları, toplumun adalet, özgürlük ve eşitlik taleplerini karşılayacak yeni bir hareketin doğuşunu mümkün kılıyor. Bu fırsat, cesur, ilkeli ve vizyoner bir liderlik tarafından değerlendirilirse, Türkiye’nin siyasi manzarası köklü bir dönüşüm yaşayabilir. Özgürlükçü bir siyaset, sadece bir alternatif değil, aynı zamanda Türkiye’nin geleceği için bir umut ışığı olabilir.
Umutsuzluğun lüzumu yok…