İslam’da Mülkiyet Hakkı
7 mins read

İslam’da Mülkiyet Hakkı

Doç. Dr. Veysel Nargül

İslam’da insan diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Buna göre adeta hayatın merkezinde insan vardır. İnsan dışındaki tüm varlıklar insana hizmet etmek için yaratılmıştır. Kendisine bu denli önem atfedilen insanın hak ve sorumlulukları da son derece önemli görülmüştür. Nimet – külfet dengesinin bir sonucu olarak kendisine akıl ve basiret bahşedilen insan, yükümlülükleri kadar hakları ile de öne çıkmaktadır. Söz konusu hakların en önemlileri arasında olanı da mülkiyet hakkıdır.


İnsanın dünyadaki en belirgin ve yegane yükümlülüğü, içinde yaşadığı dünyanın/ekosistemin sürekliliği ile birlikte herkesin hakkının özenle korunmasının teminatı olan adaleti tesis etmektir. İslami anlayışta mülkiyet hakkı, bireysel bir hak olduğu kadar aynı zamanda toplumsal fonksiyonları da olan bir hak olarak telakki edilmiştir. Mülkiyet hakkı, öncelikli olarak insanın emek ve gayretlerinin sonucu olarak, meşru bir zeminde ve yine meşru yollarla kazandığı mallarının garantörlüğünü sağlayan bir mekanizma ile çerçevelendirilmiştir.


İslam’da temel bir insan hakkı olan mülkiyet hakkının detaylarına ilişkin verilecek bilgiler kapsamında, mülkiyet hakkının kaynağı hususu önem arz etmektedir. İslami anlayışta öncelikle mutlak anlamda mülkiyetin, kainatı yoktan var ve idare eden ve her şeye gücü yeten Allah Teala’ya ait olduğunu vurgulamak gerekir. Bu anlamda insan, Allah’ın mülkünde emanet statüsünde sorumluluk taşıyan konumdadır. Yeryüzünün halifesi olarak tayin edilen insan, Allah Teala’nın hizmetine sunduğu imkan ve nimetlerinde sorumluluk bilinci içerisinde faydalanma ile mükelleftir.


Mutlak mülkiyetin Allah Teala’ya ait oluşu, İslam’da insana mülkiyet hakkının tanınmadığı anlamına gelmez. Buna göre belirli zaman dilimlerinde hayatını idame ettiren ve sınırlı bir varlık olan insanın da emek ve gayretlerinin sonucunda elde ettiği ekonomik değerleri, mülkiyet hakkının gereği olarak hukuken korunmuş ve garanti edilmiştir.


İslami bakış açısına göre müslüman birey, dinin helal ve meşru gördüğü yöntemlerle mülkiyet sahibi olmalıdır. Ticaret, ziraat ve zanaat gibi emek ve çalışma ile elde edilen mülkiyet meşru olacaktır. Benzer şekilde miras, vasiyet ve hibe ile de meşru mülkiyet sahibi olunabilir. Klasik dönemler itibariyle savaşların yoğun olarak gündeme geldiği ve bir realite olarak yer aldığı zaman dilimlerinde ganimet ve fey de meşru mülk edinme vesileleri arasındadır.

Buna karşın İslami anlayışta söz konusu meşru mülk edinmek ve helal kazanç yolları dışında faizli işlemlerde bulunmak, hırsızlık yapmak, gasp etmek, rüşvet almak, ölçü tartıda hileler yapmak ve kumar oynamak gibi dinen haram olduğu konusunda şüphe bulunmayan hatta haramlığı da kesin olan yöntemlerle edinilen mal ve mülkiyet geçersiz kabul edilmektedir.

İslami anlayışta mülkiyet hakkının dokunulmazlığı da teminat altına alınmıştır.
İslam’da mülkiyet hakkına verilen önem kadar mülkiyetin idaresi ve tasarrufu konusunda da önemli prensipler tespit edilmiştir. Buna göre mülkiyet hakkı gereği elde edilen mal ve ekonomik değerler, meşru gayelerle kullanılmalı, toplumsal faydalar dikkate alınarak kullanılmalı ve toplumsal fayda olmayan kullanımlar yasaklanmalı, infak, sadaka ve zekat gibi dini ibadet vesile edilerek servetin paylaşımı sağlanmalı, böylece refahı toplum tabanına yayma gayretinde bulunulmalı, bununla birlikte mülkiyet malları ölçüsüz harcama ve israf ile elden çıkarılmamalıdır.


İslami anlayışta özel mülkiyet temel ilke olmakla birlikte kamu yararı ilkesi de göz ardı edilmemektedir. Buna göre ateş, su, yol ve mera/otlaklar tüm kamunun kullanımına açık olan kamu malları kategorisinde kabul edilmektedir. Devlet aygıtı, kamu yararını gözeterek ihtiyaç sahiplerine dağıtma ve kamu düzeni için planlama anlamında bazı müdahaleler yapılabilir.


Benzer şekilde mülkiyetin ihlal edilmesi durumlarında belli başlı müeyyide ve cezalar da öngörülmektedir. Öncelikle mülkiyet hakkının korunması bakımından hırsızlık olayları meydana geldiğinde ve kesin delillerle tespit edildiğinde İslam hukukunun ceza modellerinden biri olan had cezası uygulanmaktadır. Bununla birlikte dinen meşru sayılmayan faiz, rüşvet ve gasp durumlarında, mallar iade edilerek mülkiyet hakkı korunmaya çalışılmaktadır. Son tahlilde haksız kazanç, kul hakkı ihlali olarak değerlendirildiği için dünyevi yaptırım ve cezalara ilave olarak mutlak adaletin sağlanması ahirete bırakılmaktadır.


İslam’da bütün meselelere olduğu gibi bireyin temel hak ve özgürlüklerine de önem verildiği görülmektedir. Bu bağlamda mülkiyet hakları konusunda da sistematik bir bakışın olduğunu ifade etmek mümkündür. Özellikle mülkiyet hakkı konusunda bireysel özgürlükler ile toplumsal adalet prensipleri ile bir dengeleme yapılması nedeniyle kapsamlı ve kucaklayıcı bir çerçeveye yerleştirildiğine şahit olunmaktadır. Mülkiyet hakları konusunda helal kazanca atıf yapılması ve adaletli bir paylaşım modelinin esas alınması, İslami bakışın bir özgünlüğü olarak da değerlendirilebilir.

Son tahlilde İslamda mülkiyet hakkı, insana verilen mutlak bir hak olarak telakki edilmemiş, Allah Teala’nın bir emaneti olarak tanımlanmıştır. Her ne kadar mutlak mülkiyet hakkı Allah Teala’ya özgülense de o hakkı fiili olarak kullanan ve ondan istifade eden insandır. Bu anlamda mutlak mülkiyetin Allah Teala’ya ait oluşu daha ziyade teorik ve inançsal bir bakışın tezahürüdür. Fani ve ömrü sınırlı olan insan hayatı boyunca helal ve meşru yollarla edindiği malların ve ekonomik birikimlerin mülkiyet hakkı kapsamında kullanan ve bu haklardan istifade eden insandır. Allah Teala ise tüm kainatın sahibi olması yönüyle mutlak mülkiyetin yegane sahibidir.


Ne hazindir ki sosyal hukuk devleti olmayı başaramamış müslüman milletlerin tesis ettiği devletlerde, insana tanınan mülkiyet hakkı o kadar örselenmiştir ki, devlet istediği zaman istediği kadar bireyin mülkiyetine müdahale etmekte ve bireyin mülkiyeti devletin hakları gibi algılanmaktadır.

Bu durum, müslümanların devlet ölçeğinde temel hak ve özgürlükleri içselleştirememesi ile açıklanabilir.

Bir yanıt yazın