
Paris Sendromu, Türkiye’nin Lüks Adalet Sarayları
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Paris, aşkın, romantizmin ve sanatın başkenti olarak hayal edilir. Şanzelize’de bisiklet süren zarif kadınlar, Eyfel Kulesi’nin ışıltısı ve Chanel kokulu sokaklar. Ancak bu romantik imaj, gerçekle karşılaştığında çökebiliyor.
Paris Sendromu, özellikle Japon turistlerin, bu aşırı idealize edilmiş şehir imajıyla Paris’in kaotik, kalabalık ve kimi zaman kaba gerçekliği arasındaki uçurumu fark ettiklerinde yaşadıkları psikolojik rahatsızlıktır. Baş dönmesi, halüsinasyonlar, hatta intihar düşünceleri gibi ciddi belirtilerle kendini gösteren bu sendrom, hayallerle gerçekler arasındaki çatışmanın ne kadar derin olabileceğini gösteriyor.
Peki, bu kavramı Türkiye’nin adalet sistemine ve toplumsal barış arayışlarına uyarlarsak ne görürüz?
Türkiye’nin lüks adalet sarayları Paris Sendromu’nun farklı bir yansıması gibi: Görkemli binalar, büyük vaatler, ancak altında yatan gerçeklikte adaletsizlik ve güvensizlik.
Bu sendrom sadece Paris’le mi sınırlı? Hayır. Benzer bir hayal kırıklığı, Türkiye’de adalet arayışında da yaşanıyor. Adalet, evrensel bir ideal olarak zihinlerimizde eşitlik, hakkaniyet ve özgürlükle özdeşleşiyor. Ancak Türkiye’deki gerçeklik, bu ideali çoğu zaman karşılayamıyor. OHAL kararnameleriyle işten atılan akademisyenler, konuşmaları dışında delil olmadan hapse atılan milletvekilleri ve toplumsal adaletsizlikler, adalet hayalini bir tür “sosyal Paris Sendromu”na dönüştürüyor. İnsanlar adalet için meydanlara çıkıyor, yürüyüşler düzenliyor, ancak karşılaştıkları bürokrasi, siyasi baskılar ve sistemsel engeller, tıpkı Paris’teki kalabalık sokaklar gibi, hayalleri gölgeliyor.
Türkiye’nin dört bir yanına inşa edilen devasa adalet sarayları, modern mimarileri ve teknolojik altyapılarıyla göz kamaştırıyor. Ancak bu lüks yapılar, adaletin dağıtıldığı yerler olmaktan çok, birer sembolik güç gösterisi gibi algılanıyor.
Hukuk sisteminin bağımsızlığına dair soru işaretleri, keyfi kararlar, uzun süren yargılamalar ve AİHM kararlarına uyulmaması gibi sorunlar, bu binaların içindeki adaletsizliği örtbas edemiyor. Vatandaş, adalet sarayına girerken umutla doluyor, ancak çoğu zaman karşılaştığı gerçeklik, tıpkı Paris Sendromu’nda olduğu gibi, hayal kırıklığı ve çaresizlik. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e yönelik eleştirileri ve ardından başlatılan soruşturma, adaletin kişiselleştirildiğine dair algıyı güçlendiriyor.
Bu lüks yapılar, adaletin değil, iktidarın gücünü yansıtıyor gibi. Vatandaşın gözünde, adalet sarayları, hukukun üstünlüğünü değil, bürokrasinin ve siyasi etkilerin ağırlığını temsil ediyor.
Adalet arayışı, yalnızca Türkiye’ye özgü değil; dünya genelinde farklı biçimlerde ortaya çıkıyor. Örneğin, ABD’de 2020’de George Floyd’un öldürülmesiyle patlak veren Black Lives Matter protestoları, ırksal adaletsizliğe karşı bir haykırıştı. İnsanlar, eşitlik ve adil yargılanma hayaliyle sokaklara döküldü, ancak polis şiddeti ve sistemik ırkçılıkla karşılaşmaları, bir tür “Amerikan Sendromu” yarattı. Hayal edilen eşitlik, gerçek dünyada engellerle karşılaştı.
Hong Kong’da 2019’daki demokrasi protestoları da benzer bir tablo çiziyor. Gençler, özgürlük ve adil yönetim hayaliyle milyonlarca kişilik yürüyüşler düzenledi. Ancak Çin’in otoriter müdahaleleri, bu hayali bastırdı. Protestocular, tıpkı Paris Sendromu’nda olduğu gibi, ideallerinin gerçek dünyada karşılık bulmadığını gördü.
Kadın hareketleri de Türkiye’de adalet arayışının bir başka yüzü. Kadın cinayetlerine karşı düzenlenen protestolar, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına tepkiler ve toplumsal cinsiyet eşitliği talepleri, adalet kavramını toplumsal cinsiyet bağlamında çeşitlendiriyor. Ancak bu mücadele, yasal boşluklar ve toplumsal önyargılarla karşı karşıya kalıyor.
Güney Afrika’da apartheid rejiminin sona ermesinden sonra kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, adalet arayışının farklı bir yüzünü gösteriyor. Burada adalet, cezalandırmadan çok uzlaşmayı hedefledi. Geçmişteki adaletsizliklerle yüzleşmek için kurulan bu komisyon, mağdurların sesini duyurarak toplumsal barışı sağlamaya çalıştı. Bu, adaletin sadece mahkemelerde değil, toplumsal diyalogla da aranabileceğini gösterdi.
TBMM’de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, 5 Ağustos 2025’te ilk toplantısını yaparak, PKK’nın silah bırakma ve fesih kararının ardından toplumsal barışı güçlendirmek için yola çıktı. Komisyon, “terörsüz Türkiye” hedefiyle, şeffaflık, açıklık ve çoğulculuk ilkeleriyle çalışacağını vaat etti. Ancak, komisyonun kapalı toplantıları ve tutanaklara 10 yıl gizlilik kararı getirilmesi, bu vaatlerle çelişiyor. Alınan bu kararlar komisyon, halkta “iktidarın kendini alkışlatma” çabası izlenimi uyandırıyor.
Paris Sendromu, Türkiye’nin adalet ve barış arayışında çarpıcı bir metafor sunuyor. Lüks adalet sarayları, adaletin değil, güç ve statünün sembolü. Milli Dayanışma Komisyonu, kardeşlik ve demokrasi vaat ederken, şeffaflıktan uzak kararlar ve siyasi manipülasyon iddialarıyla güven kaybına uğruyor. Toplum, adalet ve barış hayaliyle bu yapılara ve süreçlere umut bağlıyor, ancak karşılaştığı gerçeklik, hayal kırıklığı ve güvensizlik.
Adalet arayışındaki hayal kırıklıklarını azaltmak için neler yapılabilir?
İlk olarak, beklentileri gerçekçi bir çerçeveye oturtmak gerekiyor. Adalet, bir günde sağlanabilecek bir ideal değil; uzun soluklu bir mücadele. Eğitim, müzakere ve şeffaf kurumlar, bu süreçte hayati rol oynuyor.
İkinci olarak, adalet arayışını çeşitlendirmek için farklı yaklaşımlar benimsenmeli. Güney Afrika’daki gibi uzlaşma komisyonları, Türkiye’de de geçmiş adaletsizliklerle yüzleşmek için bir model olabilir. Ayrıca, sivil toplumun güçlendirilmesi, bağımsız medya ve yargı reformları, adalet hayalini gerçeğe yaklaştırabilir.
Türkiye’nin bu çelişkilerden kurtulması için, adalet saraylarının sadece bina değil, gerçekten hukukun üstünlüğünü temsil ettiği yerler haline gelmesi gerekiyor. Komisyonun ise, kapalı kapılar ardında değil, şeffaf bir şekilde çalışarak, tüm kesimlerin sesini duyurması şart. Aksi takdirde, Paris Sendromu’nun Türkiye versiyonu, lüks binalar ve büyük vaatler arasında sıkışıp kalmış bir toplumun hikâyesi olmaya devam edecek.