
Türk Milliyetçiliğinin İki Büyük Günahı
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Bir önceki yazılarımda muhafazakâr dünyanın ve Türk solunun gölgede kalan günahlarını; adalet ve özgürlük arayışında samimiyetin ne denli kritik olduğunu kaleme aldım. Bu kez, Türk milliyetçiliğinin iki büyük günahını yazdım.
Türk Milliyetçiliği, tarihimizin en köklü ideolojilerinden biri olarak, Osmanlı’nın çöküş sancılarından doğmuş, Cumhuriyetin kuruluşunda harç olmuş ve günümüze kadar uzanan bir yolculukta kimlik, birlik ve bağımsızlık arayışının bayrağı olmuştur.
Türk kimliğinin taşıyıcı sütunu olan bu düşünce akımının zaaflarını anlamak, daha kapsayıcı bir gelecek için vazgeçilmez bir adım.
Türk Milliyetçiliği, tarihsel olarak savunma refleksiyle şekillendi. Osmanlı’nın dağılması, işgaller ve Cumhuriyetin kuruluş mücadelesi, milliyetçiliği bir “varoluş” ideolojisi haline getirdi. Ancak, bu reaktif duruş, modern dünyada proaktif bir vizyona dönüşemedi. Sosyolojik olarak, bu durum, toplumun kolektif hafızasında “kriz odaklı” bir milliyetçilik anlayışının kök salmasıyla açıklanabilir. Türk toplumu, milliyetçiliği daha çok “koruma” ve “savunma” ile özdeşleştirirken, yenilikçi projeler üretme motivasyonu zayıf kaldı.
Bu ideoloji, kimi zaman birleştirici bir ateş gibi milleti kenetlemiş, kimi zaman ise kendi sınırlarına hapsolmuş bir gölgeye dönüşmüştür. Ancak, milliyetçiliğin ruhunu diri tutarken, iki büyük günah onun potansiyelini gölgede bırakıyor: Vizyoner bir milli proje üretememesi ve farklılıkları kucaklamakta zorlanan dar görüşlü bir romantizmle sloganlara teslim olması.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, imparatorluğun çok uluslu yapısında Türk kimliğinin farkına varılmasıyla filizlendi. Ziya Gökalp’in fikirleriyle şekillenen, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda bir milletin yeniden doğuşu için kullandığı bu ideoloji, Cumhuriyetin kuruluşunda birleştirici bir harç oldu. Bu dönemde milliyetçilik, modernleşme ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefiyle yoğrulmuş, ileriye dönük bir vizyon taşımıştı. Ancak, bu ateş zamanla kendi sınırlarına çarptı. Milliyetçilik, Cumhuriyetin ilk yıllarında birleştirici bir ideolojiyken, sonraki dönemlerde bazen dışlayıcı, bazen nostaljik bir söyleme hapsoldu.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milliyetçiliğini modern bir devletin harcına dönüştürürken, “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma” hedefini bir pusula olarak önümüze koydu. Bu, bilimde, teknolojide, eğitimde, kültürde ve ekonomide dünyanın öncü medeniyetlerini geride bırakma çağrısıydı. Ne var ki, bu büyük vizyon, zamanla milliyetçi hareketler tarafından yeterince sahiplenilmedi.
Türk Milliyetçiliği, geçmişin zaferlerine yaslanmayı, tarihsel gururu yüceltmeyi tercih ederken; bilim, teknoloji ve inovasyon gibi alanlarda somut, sürdürülebilir ve kapsayıcı projeler üretmekte yetersiz kaldı. Bugün, Türk Milliyetçiliğinin en büyük sınavı, tarihsel mirasından güç alırken, geleceğe yönelik bir vizyon ortaya koyabilmektir.
Bugün, muasır medeniyet dediğimizde akla yapay zekâ, yeşil enerji, uzay teknolojileri ve dijital dönüşüm geliyor. Peki, milliyetçi düşünce bu alanlarda ne kadar söz sahibi?
Güney Kore gibi ülkeler, kendi milliyetçi motivasyonlarını teknolojik sıçramalarla birleştirip küresel markalar yaratırken, neden benzer bir atılım yapamadığımızın muhasebesini yapma vakti gelmedi mi?
Cumhuriyetin erken dönemlerinde sanayi hamleleri, köy enstitüleri gibi girişimler umut vaat etmişti. Ancak, milliyetçi hareketler, bu tür projeleri devam ettirmek yerine, daha çok reaktif bir duruş sergileyerek enerjiyi savunma refleksine harcadı. Oysa, bir milletin büyüklüğü, sadece tarihine değil, geleceği inşa etme kapasitesine de bağlıdır.
Türk Milliyetçiliği, tarih boyunca bağımsızlık ve birlik ruhunu canlı tutsa da günümüzde “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma” hedefini gerçekleştirecek somut, kapsayıcı ve yaratıcı projeler üretmekte zorlanıyor. Milliyetçilik, genellikle geçmişin zaferlerine, destanlarına ve kahramanlıklarına vurgu yaparak bir kimlik inşa ediyor. Ancak, bu romantik sığınak, geleceğe dair bir yol haritası sunmakta yetersiz kalıyor.
Milliyetçiliğin duygusal gücü, kitleleri bir araya getirme potansiyeli tartışılmaz. “Vatan, millet, bayrak” gibi semboller, bir milletin ortak ruhunu ateşler. Ancak, bu duygusal yoğunluk, derin analiz ve stratejik düşüncenin yerini aldığında, milliyetçilik bir slogandan ibaret kalıyor. Hamaset, kısa vadede coşku yaratır; ama uzun vadede sorunlara çözüm üretmez. Türk Milliyetçiliği, maalesef sıkça bu tuzağa düştü. Kompleks sorunlara karşı, klişe söylemlerle yetinmek, genç nesillerin enerjisini ve yaratıcılığını tüketmekten başka bir işe yaramıyor.
Eğitimde, bilimde, teknolojide ve kültürde küresel ölçekte rekabet edebilecek bir “milli proje” eksikliği, ideolojiyi statik bir söyleme hapsediyor. Güney Kore’nin teknoloji devrimiyle milliyetçiliği nasıl birleştirdiğine bakalım: Kendi kültürel kimliğini korurken, Samsung ve Hyundai gibi markalarla küresel bir güç oldu. Kore Milliyetçiliği, 20. yüzyılın ortalarında Japon işgali ve savaş sonrası yıkımın gölgesinde doğdu. Ancak, 1960’lardan itibaren devlet ve toplum, milliyetçi motivasyonu teknolojik ve ekonomik kalkınma projelerine yöneltti. Samsung ve Hyundai gibi küresel markalar, “Chaebol” sistemiyle desteklenerek, Güney Kore’yi teknoloji devi yaptı. Milliyetçilik, burada hamasetten çok üretkenlikle beslendi.
İsrail küçük bir ülke olmasına rağmen, milliyetçi ruhunu yüksek teknoloji ve inovasyonla birleştirdi. “Start-up Nation” kavramı, milliyetçiliğin savunma refleksini bilimsel ve ekonomik projelerle desteklemesiyle ortaya çıktı. İsrail’in siber güvenlik ve tarım teknolojilerindeki başarısı, milliyetçi bir vizyonun somut çıktılarıdır.
Alman Milliyetçiliği, 19. yüzyılda romantik ve duygusal bir hareket olarak başladı, ancak 20. yüzyılda yıkıcı sonuçlar doğurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Almanya milliyetçiliği yeniden tanımladı: Duygusallık yerine ekonomik kalkınma ve Avrupa entegrasyonu ön planda tutuldu. “Wirtschaftswunder” (ekonomik mucize), milliyetçi gururu üretimle harmanladı.
Japonya, Meiji Restorasyonu’nda milliyetçiliği modernleşmeyle birleştirdi. Toplum, geleneksel değerleri korurken, Batı teknolojisini ve eğitimini benimseyerek küresel bir güç oldu. Milliyetçilik, hamasetten çok disiplinli bir çalışma etiğiyle desteklendi.
Türk Milliyetçiliği, bu örneklerdeki gibi, toplumsal enerjisini bilim, teknoloji ve eğitimde küresel çapta projelere yönlendirse, muasır medeniyet hedefi gerçekçi bir ufka dönüşebilir. Ancak, sosyolojik olarak, toplumun “geçmişe dönük gurur” ile “geleceğe dönük vizyon” arasında bir denge kurması gerekiyor.
Türk Milliyetçiliği, neden benzer bir atılım için bayrak açmasın? Neden bir “Türk Yüzyılı” vizyonu, bilim, sanat ve inovasyonla taçlanmasın?
Türk Milliyetçiliği’nin ikinci büyük günahı, farklılıkları kucaklamakta zorlanan dar görüşlü bir anlayış ve söylemlerin hamasete teslim olması.
Milliyetçilik, bir milletin ortak değerlerini yüceltirken, farklı etnik, dini ve kültürel unsurları dışlayıcı bir tona büründüğünde kendi ruhuna zarar veriyor. Türkiye, tarih boyunca bir mozaik olmuş; Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Alevi’si, Sünni’si ile bu topraklar bir arada anlam kazanmıştır. Ancak, milliyetçilik kimi zaman bu çeşitliliği bir tehdit olarak algılıyor ve “tek tip” bir kimlik dayatmasına yönelmiştir. Bu, sadece toplumsal barışı zedelememiş, aynı zamanda milliyetçiliğin evrensel değerlerle bağ kurmasını engellemiştir. Dahası, milliyetçilik sıklıkla sloganlara ve hamasi söylemlere indirgenmiştir. “Vatan, millet, Sakarya!” nidaları, kitleleri coştursa da derinlikli bir fikir üretiminin yerini alamamıştır. Bu durum, milliyetçiliği bir düşünce sisteminden çok bir reaksiyon haline getirmiştir. Oysa milliyetçilik, sadece savunmacı bir duruş değil, aynı zamanda yaratıcı ve kapsayıcı bir vizyon çerçeve sunmalıdır.
Türk Milliyetçiliği, duygusal bir bağ kurma gücüyle kitleleri mobilize ediyor. Ancak, sosyolojik açıdan, bu duygusallık, popülist söylemlerle birleştiğinde, rasyonel analiz ve uzun vadeli planlamanın önüne geçiyor. Toplumda, özellikle genç nesillerde, “vatan, millet” gibi semboller güçlü bir aidiyet hissi yaratıyor; ama bu aidiyet, somut çıktılarla desteklenmediğinde, bir tür “sözel ritüel” haline geliyor
Bir Çıkış Yolu Mümkün mü?
Türk Milliyetçiliği, bu iki büyük günahından arınıp yeniden doğabilir mi?
Elbette mümkün. Bunun için, milliyetçilik kavramı, çağın gerekliliklerine uygun şekilde yeniden tanımlanmalı. Milliyetçilik, sadece geçmişi yüceltmek değil, geleceği inşa etmek olmalı. Yapay zekâ ve teknoloji alanında milli projeler geliştirilebilir; eğitim sistemi, gençleri küresel rekabete hazırlayacak şekilde yeniden yapılandırılabilir. Milliyetçilik, hamaset yerine bilimi, slogancılık yerine üretkenliği merkeze alırsa, Atatürk’ün muasır medeniyet hedefi bir hayal olmaktan çıkar.
Ayrıca, milliyetçilik daha kapsayıcı bir çerçeveye oturtulmalı. Toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, farklılıkları zenginlik sayan bir anlayış, milliyetçiliği dar kalıplardan kurtarır. Gençler, hamasi nutuklarla değil, onlara ilham verecek somut başarılarla motive edilir. Mesela, bir Türk gencinin uzay teknolojileri alanında dünya çapında bir buluş yaptığını hayal edin; bu, herhangi bir slogandan daha güçlü bir milliyetçilik dalgası yaratmaz mı?
Milliyetçilik, etnik bir üstünlük değil, ortak bir hedef etrafında birleşen bir millet tasavvuru olmalı. Bu hem iç barışı güçlendirir hem de Türkiye’yi küresel arenada daha etkili bir aktör yapar. Türk Milliyetçiliği, tarih boyunca bu milletin ruhunu diri tuttu. Ancak, gölgede kalmaması için artık sloganların ötesine geçmeli, dar görüşlülüğü aşmalı ve geleceği inşa edecek bir vizyonla donanmalıdır.
Türk Milliyetçiliği, sosyolojik olarak güçlü bir toplumsal bağ kurma potansiyeline sahip. Ancak, vizyonsuzluk ve hamaset, bu potansiyeli gölgeliyor. Güney Kore’nin teknoloji hamlesi, İsrail’in start-up ekosistemi, Almanya’nın ekonomik mucizesi ve Japonya’nın modernleşme başarısı, milliyetçiliğin nasıl üretken bir güce dönüşebileceğini gösteriyor. Türk Milliyetçiliği, bu örneklerden ilham alarak, muasır medeniyet hedefini gerçekleştirmek için yeniden doğabilir.