
Atatürkçü Düşüncenin İki Büyük Günahı
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Atatürkçülük, Türkiye’nin modernleşme serüveninde bir pusula, bir ideal, bir kurtuluş reçetesi olarak doğdu. Ancak her büyük düşünce gibi, zamanla kendi gölgeleriyle yüzleşmek zorunda kaldı. Özgürlük ve bağımsızlık ruhunu yücelten bu ideoloji, kimi zaman kendi ilkelerine ters düşen hatalarla anılır oldu.
Peki, Atatürkçü düşüncenin, samimiyetle savunulurken bile görmezden gelinen iki büyük günahı neydi?
Türkiye’de Atatürkçülük, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hem bir ideoloji hem de bir yaşam tarzı olarak derin izler bırakmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri, modernleşme, laiklik ve ulus-devlet inşası gibi temel ilkelerle şekillenmiş, milyonlarca insan için bir pusula olmuştur. Ancak, her güçlü ideoloji gibi, Atatürkçülük de zamanla kendi içinde bazı zaaflarla yüzleşmek zorunda kalmıştır.
Atatürkçü düşüncenin iki büyük günahı: “Ülkenin sadece kendi gibi düşünenlerin olduğuna dair üstenci tutumu” ve “beraber yaşama kültürü adına toplumsallaşma bilinci oluşturamama kısırlığı”.
Atatürkçülüğün, özellikle belirli kesimlerde, “ülkenin asıl sahibi bizleriz” şeklinde bir üstenci yaklaşıma dönüşmesi, Türkiye’nin toplumsal dokusuna zarar veren bir tutum olarak öne çıkıyor. Bu yaklaşım, tarihsel olarak Cumhuriyetin kuruluş sürecinde modernleşme ve uluslaşma çabalarının getirdiği bir miras olarak görülebilir.
Erken Cumhuriyet döneminde, yeni bir ulus-devlet inşa etme çabası, belirli bir kültürel ve ideolojik çerçeveyi dayatma eğilimini doğurmuş, bu da bazı kesimlerde kendilerini “devletin asıl temsilcileri” olarak görme algısını pekiştirmiştir.
Bu üstenci tutum, Atatürkçü kimliği benimseyen bazı grupların, diğer toplumsal kesimleri özellikle muhafazakâr, dindar veya etnik azınlıkları dışlayıcı bir şekilde “öteki” olarak kodlamasına yol açmıştır. Laiklik ilkesinin katı bir yorumu, dindar kesimlerin kamusal alandaki varlığını tehdit olarak algılamaya neden olmuş; bu da “Atatürkçülerin ülkesi” söylemi üzerinden bir kutuplaşmayı körüklemiştir. Bu tutum, sadece farklılıkları ötekileştirmekle kalmamış, aynı zamanda Atatürkçülüğün evrensel değerlerini özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarını gölgede bırakmıştır.
Objektif bir bakışla, bu üstenci yaklaşımın kökeninde hem tarihsel hem de sosyolojik dinamikler yatıyor. Erken Cumhuriyet’in tek tip bir vatandaş modeli yaratma çabası, o dönemin koşullarında anlaşılabilir olsa da günümüzün çoğulcu dünyasında bu yaklaşım sürdürülebilir olmaktan uzak. Türkiye’nin demografik ve kültürel çeşitliliği, “ülke bizimdir” söyleminin yerine daha kapsayıcı bir dilin geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Ancak, bu üstenciliğin sadece Atatürkçülere özgü olmadığını da belirtmem gerekiyor. Diğer ideolojik gruplar muhafazakârlar, İslamcılar, milliyetçiler de zaman zaman benzer bir sahiplenme refleksi sergileyebiliyor. Sorun, bu tutumun toplumsal barışı zedelemesi ve iletişim kanallarını tıkamasıdır.
Atatürkçü düşüncenin ikinci büyük günahı, “beraber yaşama kültürü adına toplumsallaşma bilinci oluşturamama kısırlığı”dır. Toplumsallaşma bilinci, bir toplumun ortak değerler, normlar ve dayanışma pratikleri etrafında birleşmesini sağlayan görünmez bir bağdır. Atatürkçülük, teoride bu bilinci oluşturabilecek güçlü ilkeler sunar: Laiklik, eşitlik, bilimsel düşünce ve ulusal birlik. Ancak, pratikte bu ilkeler, farklı kesimlerin bir arada yaşama iradesini güçlendirecek bir kültürel dokuya dönüşememiştir.
Bu eksikliğin nedenleri arasında, Atatürkçülüğün bazı savunucularının ideolojiyi dogmatik bir çerçevede ele alması yer alıyor. Atatürk’ün fikirleri, değişen toplumsal dinamiklere uyum sağlayacak şekilde yeniden yorumlanmak yerine, sıklıkla statik bir doktrin gibi sunulmuştur. Bu durum, özellikle genç nesillerin ve farklı kültürel grupların Atatürkçülüğe mesafeli yaklaşmasına neden olmuştur.
Laiklik ilkesinin uygulanış biçimi, zaman zaman dindar kesimlerin dışlanmışlık hissetmesine yol açarken, Kürt meselesi gibi etnik sorunlara yönelik kapsayıcı bir yaklaşımın geliştirilememesi, ulusal birlik idealini zayıflatmıştır.
Bir diğer önemli nokta, Atatürkçü düşüncenin savunucuları sivil toplum ve müzakere odaklı girişimler yerine devlete dayalı bir yaklaşımı benimsemesi. Erken Cumhuriyet’te devlet, modernleşme projesinin ana aktörüydü; ancak günümüzde toplumsal barış, devletin değil, toplumun kendi dinamikleriyle inşa ediliyor. Atatürkçü düşüncenin, sivil toplum alanında daha etkin bir şekilde yer alarak farklı gruplarla diyalog kurması, ortak bir toplumsallaşma kültürünün oluşumuna katkı sağlayabilirdi. Ne yazık ki, bu alanda yeterli bir çaba gösterilmemiş; bunun yerine, ideolojik kamplaşmaların derinleşmesine izin verilmiştir.
Atatürkçülüğün bu iki günahından kurtulması hem kendi ideolojik mirasını güçlendirmesi hem de Türkiye’nin toplumsal barışına katkı sağlaması için kritik önemdedir. İlk olarak, üstenci tutumun terk edilmesi gerekiyor. Bunun için, Atatürkçü düşüncenin “ülkenin sahibi” değil, “ülkenin eşit bir parçası” olduklarını içselleştirmesi şart. Bu, farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının meşruiyetini kabul eden bir dilin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Laiklik ilkesinin, din özgürlüğünü kısıtlayan değil, tüm inançları koruyan bir çerçeve olarak yeniden tanımlanması, bu yönde atılacak önemli bir adım olur.
İkinci olarak, toplumsallaşma bilinç eksikliğini gidermek için Atatürkçü düşüncenin daha kapsayıcı ve iletişim odaklı bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bu, sivil toplum örgütleri aracılığıyla farklı kesimlerle ortak projeler geliştirmek, genç nesillere Atatürkçülüğü dogmatik bir ideoloji olarak değil, evrensel değerler bütünü olarak anlatmak ve farklı kültürel gruplarla empati temelli bir iletişim kurmak anlamına geliyor. Kürt meselesine yönelik daha yapıcı bir söylem geliştirilmesi hem ulusal birliği güçlendirecek hem de Atatürkçülüğün evrensel değerlerini öne çıkaracaktır.
Atatürkçülüğün “ülkenin sadece kendilerinin olduğuna dair üstenci tutumu” ve “toplumsallaşma bilinci oluşturamama kısırlığı” gibi zaafları hem tarihsel hem de güncel dinamiklerden besleniyor. Ancak, bu zaaflar, değişim, iletişim ve müzakere ile aşılabilir.
Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini rehber edinerek, farklılıkları kucaklayan, kapsayıcı bir Atatürkçülük anlayışı, Türkiye’nin toplumsal barışına ve geleceğine önemli bir katkı sağlayabilir. Bu, sadece Atatürkçü düşüncenin değil, tüm Türkiye’nin ortak sorumluluğudur.
Birbirimizi eksiğimizle gediğimizle kabul etmenin lezzeti bir yaygınlaşsa, hepimizin gönlü doyar.
Bu kabul beni acıtır demeden…