Trump-Erdoğan zirvesi: ABD gücünün dinamikleri
8 mins read

Trump-Erdoğan zirvesi: ABD gücünün dinamikleri

Doç. Dr. Vahap AKTAŞ

ABD’nin küresel hegemonyasının temel dinamikleri askeri üstünlük, ekonomik yaptırımlar ve diplomatik arabuluculuk her zaman müttefik ve rakiplerle kurulan pragmatik ilişkilerde somutlaşır. Bu dinamiklerin en çarpıcı örneklerinden biri, dün Beyaz Saray’da gerçekleşen Donald Trump ile Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşme oldu.

Erdoğan’ın 2019’dan bu yana ilk kez gerçekleştirdiği bu ziyaret, ikili ilişkileri yeniden canlandıran bir dönüm noktası niteliğinde: Trump, Erdoğan’ı “değerli bir arabulucu” olarak konumlandırarak hem Gazze’deki çatışmalara hem de Ukrayna savaşına dair çözüm önerilerini masaya yatırdı. Görüşmede ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi, F-35 savaş uçaklarının satış yasağının kaldırılması ve Türkiye’nin nadir toprak elementleri rezervleri gibi ekonomik unsurlar ön plandaydı. Trump, Rusya’dan petrol alımlarını kesme baskısını yaparken, savunma sanayii anlaşmalarını “kısa sürede tamamlanacak” diye nitelendirdi.

Bu buluşma, ABD’nin gücünün salt zorlayıcı değil, aynı zamanda teşvik edici yüzünü gösteriyor: NATO müttefiki Türkiye’yi Rusya ve İran gibi rakiplere karşı dengeleyici bir unsur olarak yeniden entegre etmek, Washington’un jeopolitik esnekliğinin bir yansıması. Ancak, Suriye’deki Kürt meselesi ve S-400 yaptırımları gibi gölgeler hâlâ dururken, bu “olumlu hava” kalıcı bir ittifak mı yoksa taktiksel bir hamle mi?

Zira Trump’ın “anlaşma sanatı”, ABD’nin gücünü sadece yumrukla değil, el sıkışmayla da pekiştirdiğini kanıtlıyor.

Peki ABD’yi 70-80 yıldır dünya siyasetinde, ekonomisinde ve kültürel etkinliğinde majör güç haline getiren ve orada tutunmasını sağlayan ana dinamikler, sac ayakları neler?

İkinci Dünya Savaşı’nın külleri arasından yükselen Amerika Birleşik Devletleri, yalnızca bir ülke değil, adeta bir küresel hegemon olarak sahneye çıktı. Savaş sonrası tek kutuplu dünyada ABD’yi “dünyanın jandarması” konumuna taşıyan dinamikler, ekonomik, teknolojik ve kültürel alanlarda olağanüstü bir sinerji yarattı. Finansın kalbi Wall Street, bilim ve teknolojinin merkezi Silikon Vadisi ve kültürün küresel sahnesi Hollywood, bu süper gücün yapı taşlarını oluşturdu. Peki, bu üç motor nasıl çalıştı ve ABD’yi nasıl bir dev yaptı?

Wall Street: Finansal Liderlik

Savaş sonrası dünya, ekonomik bir enkaz halindeydi. Avrupa ve Asya harap olmuş, üretim kapasiteleri çökmüştü. ABD ise savaşın yıkımından coğrafi olarak uzak kalmanın avantajıyla ekonomik bir dev olarak ayakta duruyordu. İşte burada Wall Street devreye girdi. New York’un bu finans merkezi, savaş sonrası küresel ekonominin yeniden inşasında kilit rol oynadı. 1944’teki Bretton Woods Anlaşması, doları altın standardına bağlayarak uluslararası ticaretin ve rezerv paranın merkezi haline getirdi. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar, ABD’nin finansal liderliğini pekiştirdi.

Wall Street, yalnızca sermaye piyasalarının değil, aynı zamanda küresel ekonomik politikaların da merkezi oldu. Amerikan bankaları ve yatırım fonları, Avrupa’nın yeniden inşası için Marshall Planı’nı finanse ederken, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere borç vererek ekonomik bağımlılıklar yarattı. 1950’ler ve 60’larda Wall Street’in finansal inovasyonları, borsanın büyümesi ve çok uluslu şirketlerin yükselişi, ABD’yi ekonomik bir süper güç haline getirdi. Bugün bile, Wall Street’in küresel piyasalardaki etkisi, ABD’nin ekonomik hegemonyasının temel direği olmayı sürdürüyor.

Silikon Vadisi: Teknoloji ve İnovasyonun Kalbi

Eğer Wall Street paranın akışını kontrol ediyorsa, Silikon Vadisi de geleceği inşa eden fikirlerin merkezi oldu. İkinci Dünya Savaşı, teknolojik gelişmeleri hızlandırdı; radar, nükleer enerji ve bilgisayar teknolojileri gibi yenilikler, savaşın mirasıydı. ABD, bu teknolojik sıçramayı Silikon Vadisi’nde somutlaştırdı. 1950’lerde Stanford Üniversitesi’nin çevresinde filizlenen bu bölge, bilim, mühendislik ve girişimciliğin kesişim noktası haline geldi.

Silikon Vadisi’nin yükselişi, yalnızca teknolojik inovasyonla sınırlı kalmadı; aynı zamanda girişimci ruhun ve risk sermayesinin bir sembolü oldu. Fairchild Semiconductor gibi şirketler, entegre devrelerin temelini atarken, Apple, Microsoft ve daha sonra Google gibi devler, teknolojiyi kitlelere ulaştırdı. Pentagon’un ARPANET projesi, internetin tohumlarını ekti ve Silikon Vadisi, bu dijital devrimin öncüsü oldu. ABD’nin askeri ve sivil teknoloji alanındaki liderliği, Silikon Vadisi’nin yenilikçi ekosistemiyle birleştiğinde, küresel rekabette rakipsiz bir üstünlük sağladı. Bugün yapay zekâ, kuantum bilişim ve uzay teknolojileri gibi alanlarda Silikon Vadisi, hâlâ dünyanın inovasyon merkezi konumunda.

Hollywood: Kültürün Yumuşak Gücü

Süper güç olmanın yolu yalnızca ekonomi ve teknolojiden geçmez; kültür de bir o kadar önemlidir. Hollywood, ABD’nin “yumuşak güç” stratejisinin en parlak silahı oldu. Savaş sonrası dönemde, Hollywood filmleri yalnızca eğlence değil, aynı zamanda Amerikan yaşam tarzının, özgürlük ideallerinin ve tüketim kültürünün küresel bir reklamıydı. Marilyn Monroe’nun gülüşü, John Wayne’in kovboy duruşu ya da Coca-Cola’nın her filmde beliren logosu, Amerikan rüyasını milyonlara sattı.

Hollywood, yalnızca filmlerle değil, televizyon, müzik ve pop kültürüyle de dünyayı etkisi altına aldı. 1950’lerde rock’n roll, 1980’lerde MTV ve 2000’lerde streaming platformları, Amerikan kültürünü her eve taşıdı. Soğuk Savaş döneminde Hollywood, komünizme karşı demokrasinin propaganda aracı olarak kullanıldı; Rambo gibi filmler, Amerikan kahramanlığını yüceltirken, Sovyetleri karikatürize etti. Bugün Netflix ve Disney+ gibi platformlar, Hollywood’un küresel kültürel hakimiyetini sürdürüyor. Amerikan filmleri ve dizileri, yalnızca eğlence değil, aynı zamanda değerlerin, ideolojilerin ve yaşam tarzlarının ihracı demek.

Wall Street, Silikon Vadisi ve Hollywood, birbirini tamamlayan üç sacayağı olarak ABD’yi süper güç yaptı. Finansal güç, teknolojik üstünlük ve kültürel cazibe, birleştiğinde ortaya çıkan sinerji, ABD’yi yalnızca bir jandarma değil, aynı zamanda bir model haline getirdi.

Ancak bu güç, eleştirisiz değil. Wall Street’in açgözlülüğü, Silikon Vadisi’nin veri skandalları ve Hollywood’un kültürel emperyalizm suçlamaları, bu süper gücün gölgeli yüzleri. Yine de bu üç dinamik, ABD’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında ve 21. yüzyılın başında dünyayı şekillendiren bir dev olmasına olanak sağladı.

Acaba bu üç motor, gelecekte de aynı hızla çalışabilecek mi? Yoksa yeni küresel oyuncular, bu Amerikan rüyasını gölgede mi bırakacak?

Sorular çok, ama cevaplar, tarihin akışında saklı.

Ha bu arada biz Gloria’da, Starbucks’da oturarak ABD ile rekabet edebileceğimizi düşünüyoruz.

Duygusal ilişkilerde romantizm iyidir de uluslararası diplomaside ve rekabette bir faydası yok arkadaşlar.

Bir yanıt yazın