Aynı Çatı Altında : 15T Mağdurları
7 mins read

Aynı Çatı Altında : 15T Mağdurları

Tamer ESEN

15 Temmuz 2016 gecesi Türkiye, yakın tarihinin en sarsıcı olaylarından birini yaşadı. Olayın ardından devletin güvenliğini sağlama gerekçesiyle ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve sonrasında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK’lar), yalnızca darbe girişimine doğrudan karışanları değil, on binlerce masum insanı da kapsayan geniş bir tasfiye sürecini başlattı. Bu süreçte binlerce öğretmen, akademisyen, memur, asker, polis, yargı mensubu ve gazeteci herhangi bir yargı kararı olmaksızın işlerinden edildi; pasaportlarına el konuldu, sosyal çevrelerinden dışlandı, yargılamaları yıllarca sürdü veya hiç sonuçlanmadı. Böylece “potansiyel tehdit” algısı, fiilî suçluluk varsayımının önüne geçti. OHAL süreci, yalnızca askeri ve bürokratik yapıların yeniden düzenlenmesiyle sınırlı kalmadı; aynı zamanda hukuk, medya, eğitim, sivil toplum ve bireysel özgürlükler alanında kalıcı bir dönüşümü beraberinde getirdi.

Türkiye’de ortaya çıkan bu yeni siyasal düzen, demokratik kurumların sınırlandığı, hukukun araçsallaştırıldığı ve sivil alanın daraldığı bir dönemi başlattı. Zamanla bu tablo, kamuoyunda yeni bir kavramın yerleşmesine yol açtı: “15T Rejimi.” Bu rejimin en kalıcı etkilerinden biri, toplumsal mağduriyetin bölünmesi oldu.

Bu kavram, 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan siyasal, hukuksal ve toplumsal düzeni tanımlamak için kullanılmakta. Aynı zamanda toplumun tüm kesimlerine yayılan korku, otosansür ve sessizlik kültürünü de simgeliyor. 15T Rejimi, klasik otoriterleşme modellerinden farklı olarak hukukun biçimsel varlığını koruyup içeriğini boşaltan bir yönetim biçimi olarak tanımlanabilir. “Güvenlik devleti” paradigması üzerinden meşrulaşan bu rejim, yargısal bağımsızlık, basın özgürlüğü ve örgütlenme hakkı gibi temel demokratik mekanizmaları olağanüstü hal söylemiyle sınırlandırmıştır.

15 Temmuz sonrasında yaşanan mağduriyetler, belirli bir siyasi gruba ait değildi. Farklı dünya görüşlerinden, mesleklerden ve inançlardan insanlar aynı adaletsizlik duvarına çarptı. Mağduriyetler büyüdükçe, toplumun farklı kesimlerinden insanlar kendi seslerini duyurmak için dayanışma ağları kurmaya başladı. Ancak herkes kendi alanında, kendi çevresiyle ve kendi diliyle hak aramayı tercih etti. KHK ile ihraç edilenler “KHK Platformları” kurdu; askerî öğrenciler, eşler, gazeteciler, akademisyenler, öğretmenler ve yargı mensupları kendi hikâyelerine çekildi. Zamanla bu hareketler ortak bir zeminde buluşmakta zorlandı. Her platform, kendi grubunun önceliklerine göre hareket etti: kimisi dini, kimisi seküler, kimisi ideolojik, kimisi apolitik bir çizgide ilerledi. Oysa yaşanan acının kaynağı ortaktı: Hukuksuzluk.

İktidar bu dağınıklığın farkındaydı. Birbirini duymayan mağdur gruplarının bir araya gelememesi, iktidar açısından bir “siyasi konfor alanı” yarattı. Çünkü dağınık talepler hiçbir zaman geniş bir toplumsal harekete dönüşemez. Üstelik her grup diğerine mesafeli durdukça, toplumun geneline “aslında hak edenler cezalandırıldı” algısı pompalanabildi. Bu parçalanmışlık, iktidarın baskı kapasitesini değil, meşruiyetini artırdı. Çünkü her grup, diğerinin acısına kulaklarını kapattı.

Belki de en kritik soru şudur: Tüm bu parçalı yapılar, “15T Mağdurları” adı altında birleşebilseydi tablo farklı olur muydu? Bu kavram, KHK’lılardan gazetecilere, akademisyenlerden iş insanlarına kadar geniş bir kesimi kapsayabilecek potansiyele sahiptir. Birleştirici bir “15T Mağdurları” hareketi, hem hukuksuzlukla mücadele eden sivil bir bilinç yaratabilir hem de farklı kimlikler arasındaki etik dayanışmayı yeniden inşa edebilir. Ancak bunun gerçekleşmesi, mağdur gruplarının ideolojik sınırlarını aşarak ortak, hak temelli bir söylem üretmelerine bağlıdır. Çünkü sistem, parçalanmış bir toplumda daha rahat hareket eder. Herkes kendi acısına hapsolduğunda adalet, ortak bir talep olmaktan çıkar; kişisel bir serzenişe dönüşür.

Bu bağlamda, mağduriyetlerin temsili “kimlik” düzeyinden “ilke” düzeyine taşınmadığı sürece hiçbir dayanışma biçimi kalıcı bir siyasal etki yaratamaz.

15T Rejiminin en etkili stratejilerinden biri, toplumu bölerek yönetme pratiğidir. Bu strateji, yalnızca muhalif partiler veya ideolojik gruplar arasında değil, mağduriyet toplulukları içinde de işler hâle gelmiştir. Ne yazık ki bu süreçte her mağdur grubu diğerini suçlamaya başladı:
“Onlar hak etti, biz masumuz.”
“Bizim davamız başka, onlarınki kirli.”
Bu söylemler, iktidarın elini güçlendirdi. Birlik olamayan bir toplumsal kesim, siyasetin yönünü değiştiremez.

15T Rejiminin en büyük başarısı, korku iklimini toplumun geneline yayarken mağdurlar arasında güvensizlik duvarları inşa etmek oldu. İnsanlar birbirine mesafeli durdu, kimse kimseyle anılmak istemedi. Bu durum yalnızca bireysel cesareti değil, toplumsal dayanışmayı da felç etti. Her grup kendi alanında bastırılınca geniş bir demokrasi mücadelesi filizlenemedi. 15T Rejimi, aradan geçen yıllara rağmen yeni mağduriyetler üretmeye devam etti ve halen ediyor; sessiz kalanlar da zamanla bu zincirin bir parçası hâline geldi ve bir dönem suçladıkları insanlarla benzer biçimde suçlanır oldu. İktidar, bu dağınıklıktan güç aldı. Çünkü parça parça tepki gösteren bir toplum, bütün olarak ses çıkaramaz.

Bugün gelinen noktada 15 Temmuz’un üzerinden neredeyse on yıl geçti. Ancak mağduriyetlerin izleri hâlâ silinmiş değil. Yeni bir dönemin kapısı aralanırken, geçmişin muhasebesi yapılmadan geleceğe adil bir düzenle ilerlemek mümkün görünmüyor. Türkiye’de adaletin yeniden inşası yalnızca hukuki değil; aynı zamanda etik ve sosyolojik bir yeniden yapılanma meselesidir. Bu yeniden yapılanma, farklı acıların aynı vicdanda buluşmasıyla mümkün olacaktır.

“15T Mağdurları” kavramı, belki gecikmiş bir farkındalık ama hâlâ anlamlı bir çağrı olabilir. Çünkü bu isim yalnızca bir olayın değil, bir dönemin mağduriyetini temsil ediyor. Düşünceleri, inançları, meslekleri farklı olsa da aynı adaletsizlik zincirine vurulmuş insanların ortak adı olabilir. Gerçek değişim, mağdurların kendi aralarındaki duvarları yıkıp “biz” diyebildiği gün başlayacak. O gün geldiğinde, “15T Rejimi”nin yarattığı korku yerini yeniden doğan bir vicdan birliğine bırakabilir.

Bir yanıt yazın