Harita romantizmi mi? Pragmatik diplomasi mi?
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Tarihi haritalar, bir milletin kolektif hafızasına nostaljik bir büyü gibi işler. Osmanlı İmparatorluğu’nun kırmızı mürekkeple çizilmiş sınırları, Balkanlar’dan Kafkaslara, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan coğrafya, bugün hâlâ bazı siyasetçilerin ve yorumcuların rüyalarını süslüyor.
“Harita romantizmi” dediğimiz bu yaklaşım, geçmişin ihtişamını bugünün diplomasisine yansıtma çabasıdır: Neo-Osmanlı hayalleri, stratejik derinlik doktrinleri veya “lider ülke” retoriğiyle örülü bir vizyon. Ancak 2025’e geldiğimizde, bu romantizm bir lüks olmaktan çıkıp, stratejik bir tuzak haline dönüşmüş durumda.
Ukrayna savaşı, Gazze krizi, Ermenistan-Azerbaycan gerilimi ve Balkanlar’daki etnik kırılmalar, Türkiye’yi Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan üçgeninde bir “köprü” olmaktan ziyade, bir “sıkışmış güç” konumuna itiyor.
Peki, Türkiye bu üçgende nasıl bir uluslararası diplomasi izlemeli?
Son gelişmelerden yola çıkarak, romantizmi geride bırakıp pragmatik bir yol haritası çizmekten başka çare yok. Ortadoğu’da, Türkiye’nin dış politikası 2002’den beri üç evreden geçti: Uzlaşmacı (2002-2007), dengeleyici (2007-2011) ve hegemonik aspirasyonlu (2011 sonrası).
AKP’nin ilk yıllarında “sıfır sorun” doktriniyle Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yapan Türkiye, Arap Bahar’ıyla birlikte rejim değişikliklerini destekleyerek bölgesel bir “sahip” olmayı hedefledi. Ancak bu, Libya’daki ekonomik kayıplar ve Suriye mülteci kriziyle ters tepti; İran’la rekabet, Kürt meselesini alevlendirdi. Türkiye’nin hegemonya kurma girişimi, sorunları daha da karmaşık hale getirebilir.
2022’ye kadar süren revizyonist politikalar, MENA bölgesinde (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) ideolojik bir güç projeksiyonuna dönüştü, ama gelişmeler post-ideolojik bir kaymayı işaret ediyor.
Türkiye’nin burada izlemesi gereken diplomasi, kimlik odaklı değil, ekonomik pragmatizme dayalı olmalı. Gazze’de insani yardım ve arabuluculuk rolünü sürdürürken, Suudi Arabistan ve BAE’yle normalleşmeyi ticaret anlaşmalarına dönüştürmek, romantik “liderlik” iddiasından uzak, somut kazanımlar sağlar. Bu yaklaşım Türkiye’yi NATO ve AB ile uyumlu bir “orta güç” olarak konumlandıracaktır.
Kafkasya’da ise durum daha karmaşık; burası, Türkiye’nin “bir millet, iki devlet” retoriğiyle Azerbaycan’ı kayırdığı bir arena. Carnegie yeni yayınladığı raporunda, Laurence Broers’un “Türkiye, Dağlık Karabağ’da ‘tarafgir hamilik’ rolünde kalıyor, oysa barışçı olabilirdi” tespiti çarpıcı.
Soğuk Savaş sonrası entegrasyon politikalarından (serbest ticaret ve arabuluculuk) 2011’den itibaren askeri müdahaleye (2020 Karabağ Savaşı) geçiş, Batı’nın çekilmesi ve yeni güç merkezlerinin yükselişiyle açıklanabilir: “Orta güçler gibi Türkiye için fırsatlar var, ama uyum sıvı ve dengesiz.”
Güncel zorluklar, Ermenistan’la normalleşmeyi Azerbaycan’ın vetosuna bağlaması; Türkiye’yi Rusya ve İran’a bağımlı kılıyor. Ağustos 2025’teki Washington zirvesinde Türkiye’nin dışlanması, “Zangezur Koridoru” ısrarının bedeliydi.
Öneri net: Denge stratejisi: Azerbaycan’ın vetosunu reddet, Türkiye-Ermenistan normalleşmesini ayrıştır, ticareti çeşitlendir. Bu, Gümrü-Kars demiryolu gibi altyapı projeleriyle Kafkasya’yı bir “barış ekonomisi”ne dönüştürür, Türkiye’yi Avrasya merkezi yapar.
Askeri güç yerine normatif liderlik şart.
Balkanlar’da ise Türkiye, “yumuşak güç” ve “de Avrupalaşma” arasında sıkışmış. Erdoğan döneminin “hediye diplomasisi” (VIP uçaklar, altyapı yardımları) gözden kaçmıyor: Bosna-Hersek ve Arnavutluk’ta kültürel bağlar üzerinden nüfuz artsa da bu AB’nin gölgesinde kalıyor.
Karşılıklı Balkan politikaları Türkiye’ye “Avrupa’da daha güçlü rol” sunduğu ortada. Sırbistan’la ekonomik iş birliği, AB entegrasyonunu tamamlayıcı bir unsur.
Ancak, muhalif grupların stokları, anti-Batı söylemiyle birleşince, bu politika “çatışma bölgesinde yumuşak güç” olarak sınırlı kalıyor.
Bu konudaki önerim: Çok taraflı bölgesel iş birliği, AB destekli formatlarda liderlik. Bu, Türkiye’yi “Avrupa’nın Balkan kolu” yapar, etnik gerilimleri (Kosova-Sırbistan) arabuluculukla çözer ve Türkiye denge unsuru bir devlet olur.
Bu üçgen Ortadoğu’nun kaosu, Kafkasya’nın düğümü, Balkanlar’ın kırılgan dengesi Türkiye’yi romantik haritalardan uzak, gerçekçi bir diplomasiye zorluyor. Hegemonya hayali yerine, kurumlar arası, norm temelli bir yaklaşım.
Türkiye, NATO ve AB’yle entegre olarak, ekonomik bağları (ticaret, transit) ön plana çıkarırsa, bu üçgeni bir “barış üçgeni”ne dönüştürebilir.
Yoksa, harita romantizmi, sadece eski bir rüya olarak kalır ve gerçek dünyada, rüyalar pahalıya mal olur.
