Gücün ki(b)ri ve sevilmenin şımarıklığı
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Bu hafta Habertürk’ün ekran yüzü, genel yayın yönetmeni, medya dünyasında kariyer basamaklarını çok hızlı bir şekilde tırmanan(!) Mehmet Akif Ersoy gözaltına alındı ve birkaç saat içinde tutuklandı.
Milyonların karşısında “objektif gazetecilik” mottosuyla yayıncılık yapan Ersoy, şimdi demir parmaklıkların ardında.
Bu tablo, gücün en kirli, en kibirli hâliyle yüzleştiği andır aynı zamanda. Güç insanı kontrolsüz kılar, herkes seni alkışladıkça alkışlar, bir gün gelir o alkışlar kesiliverir ve sen bir anda tek başına kalırsın.
Yalnız, savunmasız ve şaşkın.
Çünkü o alkışlar senin değil, sana verilen gücün alkışıydı.
Sevilmenin şımarıklığı da öyle. İnsanı önce kör eder, sonra sevilmenin değeri ve dengesi bilinmezse gayyalara sürüklenip mahvolur gider.
İşte tam bu noktada Mehmet Akif Ersoy’un hikâyesi, sadece bir gazetecinin değil, Türk medyasının da trajik özeti oluyor.
İnsan, tarih boyunca iki büyük sarhoşlukla başı dertte olmuştur: biri güç, diğeri sevgi. İlki kibir, ikincisi şımarıklık doğurur. İkisi de aynı kökten beslenir: “Ben özünde farklıyım, üstünüm, vazgeçilmezim” yanılgısı. Sosyal psikolojinin en çarpıcı bulgularından biri, gücün insanı nasıl hızla dönüştürdüğüdür.
Dacher Keltner’in Berkeley Üniversitesi’ndeki uzun süreli çalışmaları gösteriyor ki, güç pozisyonuna getirilen insanlar birkaç hafta içinde empati yeteneklerini kaybediyor, başkalarının yüz ifadelerindeki duyguları okumakta zorlanıyor ve kural tanımaz hale geliyorlar.
Deneklere rastgele “patron” ya da “çalışan” rolü dağıtılan basit laboratuvar deneylerinde bile, “patron” olanlar daha fazla bisküvi yiyor, ağızlarını şapırdatarak konuşuyor ve karşısındakinin sözünü daha sık kesiyor. Güç, beynin ayna nöronlarını susturuyor; öteki insanın acısını hissetme yeteneğini köreltiyor.
Güç pozisyonuna yükselen insanlar, birkaç ay içinde empati skorlarında ciddi düşüş yaşıyor. Beynin prefrontal korteksindeki “başkalarını anlama” devreleri adeta kapanıyor. Güç, insanı kendi aynasına hapsediyor; orada sadece kendi yansıması var ve bunun farkında olamıyor.
En meşhur örnek, 1971’de Philip Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi’dir. Sıradan üniversite öğrencileri gardiyan ve mahkûm rollerine ayrıldığında, gardiyan rolündekiler altı gün içinde öyle bir kibre kapılmışlardı ki deney durdurulmak zorunda kalmıştı. Güç, kostümle bile insanı tanınmaz hale getirebiliyordu.
Sevilmenin şımarıklığı ise daha sinsi işler. Harry Reis ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalar, sürekli onaylanan ve beğenilen bireylerin “narsisistik kırılganlık” geliştirdiğini gösteriyor. Beğenilme dozajı arttıkça, kişi eleştiriye karşı toleransı azalıyor, küçük bir olumsuz geri bildirim bile öfke patlamalarına yol açıyor.
Muzafer Sherif’in 1954’teki Robbers Cave deneyi, bu dinamiği gruplar düzeyinde ortaya çıkartıyor: İki ayrı kamp grubundan birine “siz daha iyisiniz, daha başarılısınız” mesajı verildiği anda, o gruptaki çocuklar diğer gruba karşı acımasızlaşmaya başlıyor. Sevgiyle şişirilen benlik, en yakındaki “öteki”yi düşman ilan etmekte tereddüt etmiyordu.
Türkiye’de bu iki sarhoşluğu aynı anda yaşayan çok insan var. Sabah “millet beni çok seviyor” diye göğsü kabaran biri, akşam “bana oy vermeyen vatan haini” diye bağırabiliyor. Gücün kibri ile kitlenin sevgisi birbirini besliyor; ortaya mutlak haklılık hissi çıkıyor. Bu his, en tehlikeli afyondur çünkü hem uyutur hem uyandıranı düşman ilan eder.
Gücün kibri ile sevilmenin şımarıklığı el ele veriyor: “Beni sevenler çok, dolayısıyla ben haklıyım; bana itiraz edenler ya kıskanıyor ya da düşman.” Bu cümle hem siyasette hem mahalle dedikodusunda aynı rahatlıkla kuruluyor.
Uyum deneyleri bize şunu öğretiyor: İnsan, yalnız kaldığında doğruyu görebiliyor ama kalabalık ona “yanlış” dediğinde gerçeği inkâr edebiliyor. Güç ve sevgi birleştiğinde kalabalık büyür, ses yükselir, hakikat görünmez olur.
Milgram’ın elektrik şoku deneyi de aynı kapıya çıkıyor: Otorite “devam et” dediğinde, sıradan insanlar başkalarına acı vermekten çekinmez oluyor.
Çözüm nerede?
Sosyal psikolojinin acı bir gerçeği var: Ne güçten ne de sevgiden tamamen kaçabiliriz. Kaçınılmaz olanı dengeleyecek tek şey, bilinçli bir özdenetim. Gücün kibrine karşı sürekli “Ben de yanılabilirim” hatırlatması, sevilmenin şımarıklığına karşı ise sürekli “Beni sevenler kadar sevmeyenler de var ve onların da haklı olma ihtimali mevcut” cümlesi.
Kötülük, kötü insanlardan değil, kontrol edilmeyen güç ve sorgulanmayan sevgiden doğuyor.
Zimbardo, Stanford deneyini durdurduktan yıllar sonra şöyle demişti: “Kötülük, kötü insanların değil, iyi insanların sessizliğinin ürünüdür.” Güç ve sevgiyle sarhoş olanlar değil, onların kibrini ve şımarıklığını alkışlayanlar asıl sorumludur.
Bugün bir makamda oturan ya da bir sevgi çemberinin ortasında duran herkes kendine şu soruyu sorsun: “Ben bu kadar haklı mıyım, yoksa sadece bu kadar güçlü ve bu kadar seviliyor muyum?”
Cevap, çoğu zaman rahatsız edici olur.
Ve
Tarihin tozlu raflarındaki yol göstericiler bize;
Ne kadar güçlüysen o kadar alçakgönüllü, ne kadar seviliyorsan o kadar eleştiriye açık olmayı öğretiyor.
Aksi takdirde tarih, adını değil, düştüğün yeri yazıyor. Ve o yer genellikle çok yüksekten oluyor.
