Türkiyelilik, çeşitlilik ve toplumsal ahenk
12 mins read

Türkiyelilik, çeşitlilik ve toplumsal ahenk

Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Türkiyelilik, Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve toplumsal dinamiklerinden doğan bir kimlik kavramı olarak, son yıllarda sıkça tartışılan bir mesele haline geldi. Bu kavram, bir yandan ulusal kimlik arayışını, diğer yandan ise çeşitlilik (diversity) gibi modern dünyanın öne çıkardığı değerlerle uyum sağlama çabasını yansıtıyor.

Çeşitlilik; farklı etnik, dini, kültürel ve ideolojik grupların bir arada var olabilmesini savunan bir ilke olarak, Türkiyelilik kavramıyla kesişiyor. Ancak bu iki kavramın Türkiye’de ve dünya genelinde nasıl algılandığını, tarihsel pratikler ve küresel tecrübeler ışığında ele almak hem geçmişten ders çıkarmak hem de geleceğe dair bir vizyon oluşturmak açısından kritik.

Türkiyelilik, yalnızca coğrafi bir aidiyetten ibaret değildir; tarih boyunca farklı kültürlerin, dillerin, dinlerin ve yaşam biçimlerinin kesişim noktasında şekillenmiş bir kimliktir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte, Türkiye’nin toplumsal dokusu, çeşitliliğin hem zenginlik hem de zaman zaman gerilim kaynağı olduğu bir laboratuvar olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü yapısıyla, çeşitliliğin tarihsel bir örneğini sunar. Millet sistemi, farklı dini toplulukların (Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler) kendi iç işlerinde özerk olmalarına olanak tanırken, merkezi otoriteye bağlılık ortak bir çatı oluşturuyordu. Bu sistem, toplumsal ahengi sağlama adına pratik bir çözüm sunmuş, ancak eşitlikten ziyade hiyerarşik bir düzen üzerine kuruluydu. Örneğin, gayrimüslim topluluklar cizye vergisi öderken, Müslümanlar ayrıcalıklı bir statüye sahipti.

Osmanlı’da çeşitliliğin en görünür örneklerinden biri, şehirlerin kozmopolit yapısıydı. İstanbul, İzmir, Selanik gibi merkezler, farklı etnik ve dini grupların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültürle iç içe geçtiği yerlerdi. Galata’daki Levantenler, Rumlar, Ermeniler ve Müslümanlar arasındaki etkileşim, bugünkü anlamda bir “çeşitlilik” anlayışının erken bir biçimiydi. Ancak, 19. yüzyılda milliyetçilik akımlarının yükselişi, bu ahengi zorladı. Ermeni meselesi, Rum isyanları ve Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketler, çeşitliliğin yönetimindeki kırılganlıkları ortaya koydu.

Türkiyelilik, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir süreçte, çok uluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçişin sancılarını taşıyan bir kavram. Osmanlı’nın millet sistemi, farklı dini ve etnik toplulukları bir arada tutarken, modern ulus-devlet modeli bu çeşitliliği tek bir kimlik altında birleştirme çabasına girişti. Ancak bu süreç, homojenleştirici politikalarla birlikte kimi zaman dışlayıcı pratiklere de yol açtı. Türkiyelilik, bu bağlamda, “Türk” kimliğini etnik bir tanımdan ziyade, coğrafi ve yurttaşlık temelli bir üst kimlik olarak yeniden tanımlama çabası olarak ortaya çıktı. Bu, özellikle 2000’li yıllarda, AB üyelik süreci ve demokratikleşme tartışmalarıyla daha görünür hale geldi.

Türkiyelilik, çeşitliliği kucaklama potansiyeline sahip bir kavram. Ancak, Türkiye’nin tarihsel pratiğinde bu idealin uygulanması her zaman kolay olmadı. Lozan Antlaşması’yla azınlık statüsü verilen gruplar dışında, farklı etnik ve kültürel kimliklerin tanınması uzun süre devlet politikalarında ikincil planda kaldı. Kürt meselesi, Alevi hakları ve diğer azınlık gruplarının talepleri, Türkiyelilik kavramının kapsayıcılığını test eden temel meseleler oldu. Bu bağlamda Türkiyelilik; yalnızca bir yurttaşlık bağı değil, aynı zamanda farklılıkların tanınması ve eşitlik temelinde bir arada yaşama iradesini gerektiriyordu.

Çeşitlilik, modern dünyada demokrasinin ve insan haklarının temel taşlarından biri olarak kabul ediliyor. Ancak, bu kavramın uygulanışı, farklı coğrafyalarda farklı sonuçlar doğurdu. Kanada, çeşitlilik politikalarını resmi bir devlet ideolojisi haline getiren nadir ülkelerden biri. Kanada’nın çokkültürlülük politikası, 1971’de resmi olarak kabul edildi ve etnik, dini, kültürel farklılıkların bir arada var olmasını teşvik eden bir model olarak öne çıktı. Bu model, göçmen toplumların entegrasyonunu kolaylaştırırken, aynı zamanda kültürel kimliklerin korunmasına olanak tanıdı. Ancak, Kanada örneği bile sorunsuz değil; yerli halkların hakları ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler gibi meseleler, çeşitliliğin sınırlarını sorgulatıyor.

Avrupa’da ise çeşitlilik, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası göç dalgalarıyla şekillendi. Almanya ve Fransa gibi ülkeler, “misafir işçi” politikalarından başlayarak, çokkültürlülüğe geçiş sürecinde farklı yollar izledi. Fransa’nın asimilasyonist yaklaşımı, farklılıkları eritmeyi hedeflerken, Almanya uzun süre entegrasyon yerine dışlayıcı politikalar uyguladı. Ancak her iki ülke de zamanla çeşitliliği kucaklayan modellere yöneldi. Örneğin, Almanya’da 2000’li yıllarda vatandaşlık yasalarının reforme edilmesi, Türkiyeli göçmenler gibi grupların toplumsal katılımını artırdı. Buna rağmen, yükselen popülizm ve yabancı düşmanlığı, çeşitliliğin Avrupa’daki kırılganlığını gösteriyor.

Türkiye, tarihsel olarak çokkültürlü bir toplum olmasına rağmen, çeşitlilik politikalarını sistematik bir şekilde geliştirme konusunda geride kaldı. Osmanlı’nın millet sistemi, farklı toplulukların özerk bir şekilde var olmasına olanak tanırken, modern Türkiye’de bu miras tam anlamıyla değerlendirilemedi. Yine de son yıllarda sivil toplumun ve entelektüel tartışmaların etkisiyle, çeşitlilik kavramı daha fazla görünürlük kazandı. Örneğin, Kürtçe yayın yapan medya organları, Alevi cemevi tartışmaları ve Roman vatandaşların hak talepleri, çeşitliliğin Türkiye’de yeniden düşünülmesini sağladı.

Türkiye’nin çeşitlilikle imtihanı, tarihsel pratiklerden önemli dersler sunuyor. Osmanlı’nın millet sistemi, her ne kadar modern anlamda bir eşitlik sağlamasa da, farklı toplulukların bir arada yaşama pratiğini mümkün kılmıştı. Ancak, bu sistem, hiyerarşik bir yapıda işliyordu ve tam anlamıyla bir çeşitlilik ideali değildi. Cumhuriyet döneminde ise, ulus-devlet inşası sürecinde, farklılıkların tanınması yerine tek bir kimlik vurgusu ön plandaydı. Bu, kimi zaman kültürel zenginliklerin kaybına yol açtı.

Küresel deneyimler ise, çeşitliliğin ancak güçlü bir hukuk devleti ve demokratik kurumlarla sürdürülebileceğini gösteriyor. Güney Afrika’nın apartheid sonrası “Gökkuşağı Ulusu” ideali, farklı etnik grupların bir arada yaşama iradesini simgeliyor. Ancak, bu idealin hayata geçirilmesi, ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi ve tarihsel adaletsizliklerin telafisi gibi zorlu süreçleri gerektirdi. Türkiye için de benzer bir yol haritası, çeşitliliğin yalnızca söylemde değil, pratikte de hayata geçmesi için elzem.

Türkiyelilik, çeşitliliği kucaklayan bir üst kimlik olarak yeniden tanımlanabilir. Bunun için birkaç temel ilke öne çıkıyor:

  • Farklı etnik, dini ve kültürel grupların haklarının anayasal güvence altına alınması, Türkiyelilik kavramının kapsayıcılığını güçlendirir. Kanada’nın çokkültürlülük yasası gibi, Türkiye’de de çeşitliliği teşvik eden politikalar geliştirilebilir.
  • Çeşitliliğin sürdürülebilir olması için, farklı grupların karar alma süreçlerine katılımı şart. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve sivil toplumun daha etkin hale gelmesi, bu katılımı sağlayabilir.
  • Eğitim sistemi, farklı kimliklerin tanınmasını ve saygı duyulmasını teşvik edecek şekilde düzenlenmeli. Güney Afrika’daki “Truth and Reconciliation Commission” gibi, geçmişle yüzleşmeyi ve toplumsal diyalogu teşvik eden mekanizmalar, Türkiye’de de uygulanabilir.
  • Çeşitlilik, yalnızca kültürel bir mesele değil, aynı zamanda ekonomik eşitsizliklerle de bağlantılı. Farklı grupların sosyo-ekonomik fırsatlara eşit erişimi, toplumsal barışın temel taşlarından biri.

Türkiyelilik ve çeşitlilik, Türkiye’nin hem tarihsel mirasından hem de küresel tecrübelerden beslenerek yeniden inşa edilebilir. Osmanlı’nın çokkültürlü mirası, Cumhuriyet’in yurttaşlık ideali ve küresel örneklerin sunduğu dersler, bu süreçte yol gösterici olabilir. Ancak, bu kavramların hayata geçmesi, yalnızca söylemle değil, somut politikalar ve toplumsal iradeyle mümkün.

Türkiyelilik, farklılıkları bir zenginlik olarak gören, eşitlik ve adalet temelinde birleşen bir kimlik olarak yeniden tanımlanırsa, Türkiye’nin hem kendi içinde hem de küresel ölçekte daha güçlü bir toplumsal barış inşa etmesi mümkün olacaktır. Çeşitlilik, sadece bir arada yaşamak değil, birlikte üretmek ve geleceği ortaklaşa inşa etmek demektir. Türkiye, bu potansiyeli realize etme yolunda tarihsel bir fırsata sahip.

Bugün, Türkiyelilik kavramı, hâlâ bir gerilim ve uzlaşma alanıdır. Çeşitlilik, hem bir zenginlik olarak görülmekte hem de siyasi ve kültürel çatışmaların odağı olmaktadır. Örneğin, mülteci meselesi, özellikle Suriyelilere yönelik önyargılar, toplumsal ahengin sınandığı yeni bir alan haline geldi. Buna rağmen, sivil toplumun ve genç nesillerin çeşitliliğe daha açık yaklaşımı, umut verici bir tablo sunuyor.

Tarih bize toplumsal ahengin ancak kapsayıcı bir yönetim anlayışıyla mümkün olduğunu gösteriyor. Osmanlı’nın millet sistemi, farklılıkları yönetme adına pragmatik bir model sunarken, eşitlik eksikliği nedeniyle sürdürülebilir olmadı. Cumhuriyet’in tek tipleştirme politikaları ise çeşitliliği bastırmaya çalışırken toplumsal gerilimleri artırdı. Bugün, Türkiyelilik ne Osmanlı’nın hiyerarşik düzenine ne de erken Cumhuriyet’in asimilasyoncu yaklaşımına dönerek anlam kazanabilir. Bunun yerine, eşit vatandaşlık, kültürel hakların tanınması ve kucaklaşma temelli bir yaklaşım, toplumsal ahengi güçlendirebilir.

Çeşitlilik, Türkiye’nin en büyük zenginliklerinden biridir. Tarihi pratikler, bu zenginliğin ancak adalet ve özgürlük temelinde bir arada tutulabileceğini gösteriyor. Türkiyelilik, farklı kimliklerin bir üst kimlik altında buluşması değil, bu kimliklerin özgürce kendilerini ifade edebildiği bir mozaik, bir ebru olarak yeniden tanımlanmalıdır. Ancak bu şekilde, tarih boyunca sınanmış bu toprakların ruhu, gerçek bir toplumsal ahenk yaratabilir.

Türkiyelilik, çeşitliliğin gölgesinde değil, ışığında şekillenmelidir. Tarih bize adalet olmadan ahengin olamayacağını öğretmiştir.

Gelecek, bu dersi ne kadar içselleştirdiğimize bağlı.

Bir yanıt yazın