
Türk solunun iki büyük günahı: Köklerden kopuş ve siyasi kısırlık
Doç. Dr. Vahap AKTAŞ
Bir önceki köşe yazımda, Türkiye’deki muhafazakâr dünyanın iki büyük günahını ele almıştım. Okurların ilgisi ve değerli geri bildirimleri için teşekkür ederim. Ancak, gelen haklı serzenişler üzerine şu soru yankılandı: Günah işleyenler yalnızca muhafazakârlar mı?
Elbette hayır. Toplumsal bilinç ve sosyal ethos oluşturma eksikliğimiz, sadece Abdulhamit’in torunlarına ve Necip Fazıl’ın çocuklarına değil; Nâzım Hikmet’in, Bediüzzaman’ın, Atatürk’ün ve Nihal Atsız’ın çocuklarına da uzanıyor. Bu itiraza dayanarak bugünkü yazımda Türk solunun iki büyük günahını kaleme aldım. Biliyorum yeni itirazlar gelecek…
Türk solu, tarih boyunca entelektüel birikim ve mücadele azmiyle dikkat çekmiş, ancak iki temel zaafı, onun halkla bütünleşmesini ve iktidar alternatifi olmasını engellemiştir: Anadolu’nun kültürel, inançsal ve aidiyet dokusundan kopuk bir söylem üretmesi ve eleştirel bakışın ötesine geçerek somut, iktidar odaklı bir siyasi vizyon geliştirememesi. Bu iki “günah”, Türk solunun hem toplumsal tabanını daraltmış hem de siyasi etkisini sınırlamıştır.
Türk solu, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, Batı’dan ithal edilen ideolojilere dayalı bir modernleşme projesinin taşıyıcısı oldu. Marksizm, sosyalizm ve daha sonra türevleri, entelektüel çevrelerde heyecan uyandırırken, Anadolu’nun kırsal ve muhafazakâr toplum yapısıyla bağ kurmakta zorlandı. Sol, halkın değerlerini, inançlarını ve yaşam biçimini anlamak yerine, bunları çoğunlukla “gerici” ya da “çağdışı” olarak nitelendirdi. Bu yaklaşım, solun kitlelerle organik bir bağ kurmasını engelledi.
TÜRK SOLU VE ANADOLU
Türk solu, tarihsel serüveninde çoğu zaman Batı merkezli ideolojik çerçevelere sıkı sıkıya bağlı kalarak Anadolu’nun kültürel ve manevi zenginliklerini anlamakta yetersiz kalmıştır. Anadolu, yüzyılların birikimiyle oluşan çok katmanlı bir kültürel mozaiğe sahiptir. Bu mozaik, dini inançlar, geleneksel değerler ve yerel aidiyetlerle şekillenmiş; Alevilikten Bektaşiliğe, Mevlana’dan Hacı Bektaş’a, oradan Hacı Bayram’a kadar uzanan bir manevi derinlik barındırmıştır. Ancak sol, bu değerleri ya tamamen reddetmiş ya da marjinalize ederek halkın inançlarına ve yaşam pratiklerine yabancı bir dil üretmiş. Sol; şehirli, seküler bir elitizmin temsilcisi gibi algılanmıştır.
1960’lar ve 70’lerde sol hareketler, işçi sınıfı ve köylülükle bağ kurmaya çalışsa da bu çabalar genellikle ideolojik şablonlar üzerinden yürütülmüş, Anadolu insanının günlük yaşamındaki manevi ve kültürel dinamikler göz ardı edilmiştir. Dinin toplumsal hayattaki rolünü anlamak yerine, onu toptan reddetme eğilimi, solun halk nezdinde “yabancı” bir hareket olarak görülmesine yol açmıştır. Oysa Anadolu’nun inançları, adalet, dayanışma ve eşitlik gibi solun savunduğu değerlerle pek çok noktada kesişmektedir. Bu kesişim noktalarını keşfetmek yerine, sol, halkın inançlarını ve geleneklerini “öteki”leştirerek kendi tabanını daraltmıştır.
Türk solunun ikinci büyük günahı, eleştirel düşünceyi bir adım öteye taşıyamaması ve iktidar alternatifi olabilecek bir siyasi vizyon üretememesidir. Sol, tarih boyunca mevcut düzenin eleştirisinde başarılı olmuştur; ancak bu eleştiriler, somut bir iktidar projesine dönüşememiştir. Eleştiri, siyasi mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır, fakat eleştiriyle yetinmek, halkın güvenini kazanacak ve iktidarı hedefleyecek bir program sunamamak, solu bir “protesto hareketi” olmaktan öteye taşıyamamıştır.
1980 sonrası dönemde sol, neoliberal politikalara ve otoriter yönetimlere karşı güçlü bir entelektüel muhalefet geliştirmiş, ancak bu muhalefeti halkın geniş kesimlerini kucaklayacak bir siyasi programa dönüştürememiştir. Solun önerdiği politikalar, genellikle soyut ideolojik tartışmalarla sınırlı kalmış; eğitim, sağlık, ekonomi gibi halkın somut sorunlarına yönelik bütüncül ve uygulanabilir çözümler üretilememiştir. Dahası, solun içindeki fraksiyonlaşma ve ideolojik dogmatizm, ortak bir vizyon etrafında birleşmeyi zorlaştırmış, bu da siyasi etkisizliği derinleştirmiştir.
ÇIKIŞ YOLU MÜMKÜN MÜ?
Türk solunun bu iki günahından kurtulması hem köklerine dönmesi hem de geleceği inşa edecek bir vizyon geliştirmesiyle mümkün olabilir. İlk olarak, sol, Anadolu’nun kültürel ve manevi değerlerini anlamaya ve bu değerlerle diyalog kurmaya açık olmalıdır. Bu, dini veya geleneksel değerleri toptan benimsemek değil, bu değerlerin içindeki adalet, dayanışma ve insanlık vurgularını solun evrensel ilkeleriyle harmanlamaktır. Alevi-Bektaşi geleneğindeki eşitlik ve paylaşım anlayışı, solun sosyal adalet mücadelesiyle kolaylıkla bağdaştırılabilir.
İkinci olarak, sol, eleştirel söylemini somut bir siyasi programa dönüştürmelidir. Bu program, halkın günlük sorunlarına hitap eden, uygulanabilir politikalar içermeli; eğitim, sağlık, çevre ve ekonomi gibi alanlarda net çözümler sunmalıdır. Aynı zamanda, solun içindeki ideolojik kamplaşmalar yerine, geniş kesimleri bir araya getirecek bir kapsayıcılık hedeflenmelidir. Bu hem yerel yönetimlerde hem de ulusal siyasette solun daha etkili bir aktör olmasına olanak sağlayacaktır.
Türk solu, Anadolu’nun kültürel dokusundan koparak ve eleştiriyle yetinip iktidar alternatifi üretemeyerek kendi potansiyelini sınırlamıştır. Ancak bu “günahlar” telafi edilemez değildir. Sol, Anadolu’nun ruhuyla barışarak ve halkın somut ihtiyaçlarına yönelik bir siyasi vizyon geliştirerek yeniden bir umut hareketi haline gelebilir. Bu, yalnızca solun değil, Türkiye’nin demokrasi ve adalet mücadelesinin de kazanımı olacaktır. Solun geleceği, köklerini anlamakta ve geleceği inşa etme cesaretinde yatıyor.
Türk solu, tarihsel birikimi ve entelektüel derinliğiyle büyük bir potansiyele sahip. Ancak, kendi insanından kopukluk ve tepeden bakmacı anlayış, bu potansiyeli gölgeliyor. Sol, halkın değerlerini anlamaya ve onlarla sahici bir bağ kurmaya yönelirse, sadece kendi günahlarından arınmakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye’nin adalet ve eşitlik mücadelesine de daha güçlü bir katkı sunar.
Unutmayalım ki, halksız bir sol, ne kadar haklı olursa olsun, sadece bir yankı odasında çınlar.